29 Ekim 2010 Cuma

Kırmızı Çizgi




Hazır olmak gerekir hep. Ayrıca dikkatli de olmalı insan.

Kırmızı çizginin herhangi bir tarafınde olabilirsin. Bu seni taraf yapar ama ait olmanı da sağlar, en azından yanlız değilsindir. Fakat kırmızı çizgi olmak da varmış safi yalnızlık içeren. Onu öğrendim.

Kırmızı çizgi olduğun an güvenebileceğin tek şey kendin olursun. O da bazen. Kocaman güvensizlikler yaşıyorsundur aslında. ("Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" gibi). Politik kırmızı çizgiler hayatın bir tarafındaki bir çizgiymiş bize uzak gelen fakat ya gündelik hayatın kırmızı çizgileri? Bireysel yaşamın kocaman güvensizlikleri daha bir korkutucuymuş. Politika seyirlik bir satranç oyunuymuş kendinden uzak bellediğin. Ve zaten kırmızı çizgi olmamak gündelik hayatın politikasını başlatmakmış en temizinden.

Gündelik hayatın kırmızı çizgileri de, gündelik hayatta kırmızı çizgi olmak da kişisel bir çöküş hikayesinin başlangıcı gibidir.

Karakterin, yeteneklerin, inandığın ve alıştığın ilkelerin ve yaşam tarzın sürekli bir tehdit algısıyla seni durağanlaştırmak, önüne set çekmek, değişmeni engellemek ister. En kötüsü sen, etrafındaki tüm ilişkileri gerer, esnetir, koparır veya en basitinden zorlarsın.

Kırmızı çizgi olmak zordur. Kolay olmaması gerekir zaten. Kendin için yarattığın ideallerinin savaşıdır bu son kertede. Bu savaş rasyonel bir şeklide, neden ve sonuçlarıyla ilerlemez. İyi veya kötü, doğru veya yanlış, haram ya da helal gibi ikili ahlaki kurallarla ilerler. Bazı şeyler hep kötü, yanlış ve haramdır. Dolayısıyla yasaktır. İçindeki devleti anladığın zamanlardır hep kırmızı çizgi olmak. Kişisel bir anayasan vardır çağa ayak uyduramayan ve onu korumak için içinden çıkmış kolluk kuvvetlerini kullanırsın. Çok kanlıdır savaşın. Zaten o yüzden çizgi kan kırmızısıdır.

Bilgisayarda donanım ve yazılımın iki ayrı görevi vardır. Hangi yazılım kullanılacaksa donanım işletir onu. Donanımın yoksa yazılım hiçbirşeydir. Kırmızı çizgi de donanımsızsan vardır zaten.Yazılım bir araç, bir yöntemken senin için amaç oluverir. Kemikleştirir seni. Paulo Freire "Bilinç Yöntemdir" diyor. Kırmızı çizgi bilinçsizleşmektir. Bilincin olmamasıdır. Senin için bilinç bir ideolojidir çünkü.

Velhasıl gündelik hayat senin hem kişisel hem de politik mücadele alanındır. Birşeyleri değiştirmek istiyorsak önce kendimizden başlamalıyız derler ya. İşte maksat kırmızı çizgilerini alt edebilmektir.

Kırmızı çizgiler çok kolay oluşur. Onları ortadan kaldırmaksa zaman alır. Kendiliğindenci, bilinç oluşturmayan insan güdüleri her zaman kolayı seçer, az enerji sarfeder, çok sorun çıkarır. Anladım ki yaşam sana verdiği tüm enerjiyi tekrar geri almak ister. Bilinçlenmek, araç ve amaçları yöntebilmek, sürekli kırmızı çizgileri ortadan kaldırmak, değişmek ve en basitinden yaşamak büyük enerji ister.

Enerjinin doğaya (çevreyi ve sosyal yaşamı ifade ediyorum)geri dönme isteği seni vareden her ne ise onun en temel düsturudur.

Anladım ki yaşamak çaba sarfetmektir. Anladım ki yaşamak kırmızı rengi yeri geldiğinde tercih etmemektir. Anladım ki yaşamak sürekli anlayabilmektir.Anladım ki yaşamak akışkandır.

10 Eylül 2010 Cuma

Sıradanlık



Sabahtan beri üç defa dışarı çıktım mart ayından beri ise sürekli çıkıyorum dışarı pek tabi. Gerek iş olsun gerek eğlence gerek gündelik işler.

Bugün evimizin neşesi viko dayıyla (kendisi kedimiz olur) garip bir ilişki kurduk. Ne zaman eve gelsem kapıda beni karşılayıp yerlere kadar selam verip halimi hatırımı sorarmış gibi suratıma baktı ben de ona baktım. Bu gün üç defa bakıştık öyle mal mal.

Eve her gelişimde elimde bir torba vardı. Hepsini bir anda almayı unuttuğum küçük ufacık şeyleri 3 farklı zamanda alma mallığına haiz oldum. Neyse bu viko ya yaradı. Çocuklar gibi şen oluverdi her defasında. Ben de onu kırmadım. Her eve gelişimde elimdeki torbayı holün ortasına bırakıverdim. Üstüne bir güzel yattı her defasında. Torbayı hışırdattı falan. İçindekini merak etmiyormuş gibi yapıp hafif hafif patiledi torbayı. Ne çakal olduğunu kendisi de biliyor. Her patiden sonra dönüp suratıma baktı. Dayanamayıp her defasında mama verdim ona. Hoşuna gitti puştun tabi. Aslında bugün çok yedi pezevenk.

Elimde yapılması gereken üç şey vardı bugün için. Kitap okuyacağım, yurt dışı eğitim burslarını araştıracağım ve işle ilgili birkaç sorun çözeceğim. (İş yapmak benim için sorun çözmek demek oldu nedense. Bildiğiniz gibi değil baya bir stres demek bu.) Yaptım mı yaptım. Ama üçüncü adıma gelince bir tökezledim.İmdadıma viko dayı yetişti. Yan sandalyeden sallana sallana geldi önce bilgisayarın üzerine çıktı bir baktı bana sonra kucağıma yumuluverdi puşt herif. Dedim gel gidelim. Masadan kalkıp üçlü koltuğa geçtik. Başladık bu yazıyı yazmaya. Kendisi şu an en sevdiği sandalyenin üzerinde pinekliyor canı sıkıldı herhalde. Çok da güzel uyuyo allahsız dört patisi de sarkıyor sandalyeden kuyruğu da ağzına girecek neredeyse. Arada geriniyor falan.

Bu arada R.Kelly nin I believe I can Fly parçası da ne manik piskopat bir parça öle. Şarkının bir yerinde uçmayacağın varsa da zorla uçurtuyorlar, havaya değil yere doğru ama. Çünkü bası ve sesi sonuna kadar açmışım bir böğürdü koltuktan düşücektim. Çok abartmıyım bir irkildim :)

Günün sonunda 80 lerden müzik dinleyip basit viteste takılıyorum. Arada detaylanır ya hayat anlamazsın falan şimdi dümdüz. Kafa da normal işin ilginci.

17 Haziran 2010 Perşembe

Bir Ömürden Bir Başkasına




O aslında bizi hiç bırakmadı..!

Keyfine düşkün, yaşamayı seven bir hali vardı hep. Ne gülerdi, ne ağlardı, ne de layıkıyla sinirlenirdi. Hep rol icabı yaptığı şeylerdi.

Deprem olurdu uyandırırdım "Anane kalk deprem oldu korkuyorum" derdim. Gel yanıma yat birşey olmaz derdi bana. O kadar yani.

Annem uzaklara gittiğimde ebeveyn figürü hep o vardı yakınlarımızda ablamla benim. Bir karara ihtiyaç duyduğumuzda hep ona danışırdık. Belki yeterince uygun kararlar almazdı, belki bazen çok kötü kararlar da alırdı ama bizim için büyüktü. Sözü dinlenirdi işte. Küçük yaşlarda yine de sözünü dinlemek isteyeceğiniz birileri olsun isterdiniz hayatınızda. Biz de hep dinlerdik.

Televizyonumuzun icradan dönebildiği anlarda TRT haberlerini izlemek isterdi. Ben de hep çizgi film peşindeydim. Çocukla çocuk olur bastonuyla peşimden koştururdu beni. Çünkü hep kanal değiştirirdim. Kumandasız olunca televizyon kalkıp tekrar kanalı değiştirmek büyük işti onun için. Kanalı değiştireceğine bastonla peşimden koşturmaya çalışırdı. Sonra yeniharman cigarasını yakıp uyuya kalırdı. Çaktırmadan kanalı değiştirir çizgi filmi izler sonra elbisesini yaktığı için sönmüş cigarayı üzerinden alırdım. Belki bilerek içiyordu çünkü yeni harman çekmedinmi sönen cinsindendi.

Çook uzun yıllar herhangi bir akraba veya ebeveyn figürü göremediğimizden ananem hep ayrı bir yeri doldururdu bizde. Elimize ender geçen fazladan parayla bana git bir kangal sucuk al gel kızartalım derdi. Parayı da hep halı altına saklardı. Okuldan geldiğimde paranın müjdesini verecekse halının altına bak derdi bana. Yıllardır kullandığı ufacık, kırışmış bir poşetin içine dürerek koyduğu para halının altından çıkıverirdi. Arada böyle sevindirirdi beni.

Küçükken üvey annesi ananemi soğuk karlı günlerde takunyayla çarşıya gönderirmiş. Bu yüzden hep dizlerinin ve ayaklarının ağrıdığını söylerdi. Yer yer açamazdı dizlerini son zamanlarda hiç açamadı.

Üvey babamın şiddetine maruz kaldığım zamanlarda sığınağım hep ananem olurdu. Hem büyük diye üvey babam birşey yapmazdı ona hem de çok cazgır bir insandı. Teyzemle değil de bizimle oturması, cefa çekmeyi tercih etmesi böylesine keyfine düşkün bir kadın için büyük mesele diye düşünürdüm o yüzden hep saygı duydum.

İnşaatta kaldığımız aylarda bile bizi hiç yalnız bırakmadı. Kucağına kıvrılıp yatmak hep huzur verici bir sıcaklıktı. Sokaktan uzak tutardı onun kucağı beni hep.

İçinde ne tür fırtınalar kopardı, onu heyecanlandıran neler oldu bu hayatta hiç bilmiyorum. Salı günü saat 23:30'da vefat etti. Öğrendiğimde kendimi bu kadar yalnız hissedeceğimi hiç düşünmemiştim. Birden kocaman dünyada tek başıma gibiydim. Çünkü ne zaman etrafta kimse olmasa o vardı. Küçükken korkup kalktığımda yatağımdan onu el yordamıyla bile olsa bulabilirdim. Hiç kaybetmedim onu. Hep çocukluğuma dönmek isterdim. Benim hayalimdi hep bu. Ama şimdi çocukluğuma dönsem, korksam, kalksam ananemi arasam bulamayacağım. Hayalimin ender dayanak noktalarından biri yok oldu gitti şimdi.

Adaletin onun yanına uğramadığını hep biliyordum. Zor geçmiş bir genç kadınlık, zorla çocuk sahibi ve koca sahibi olmak bu arada herhangi bir düşüncesine küçücük de olsa değer verilmemesi. Dünyaya birgün adaletin geleceğini hep düşünürüm. Ama onun için bu mümkün olmadı. Bir asırı 6 yıl geçmiş bir ömürde bile mümkün olmadı.

Son dönemleri kocaman bir karanlık ve kocaman bir yalnızlıktı. Bana abi diyor, etrafta neler olduğunu hiç farketmiyordu. Farkındalıkları olmayan zoraki bir ömürün ardından şimdi de vücudu ona haksızlık ediyordu. Ne görüyor, ne duyuyor ne de anlıyordu. Sadece yemek ve su istiyordu.

Benim gibi o da kocaman haksızlıklar yaşamıştı. Aynı yolun yolcusu gibiydik. Ona baktığımda hiç ama hiç yabancılık hissetmiyordum. Şimdi dünyaya biraz daha yabancı olmak ölesiye koyuyor insana.

Son birkez daha göremeden gittin. Hiç iyi yapmadın. Sana kocaman bir teşekkür etmem gerekirdi. En büyüğünden sarılmam gerekirdi sana. Son bir kez daha huzur dolu kucağına yaslanmak isterdim.

Yüz altı yaşında, Atatürk'le vals etmiş, torunlarına acayip sahip çıkmış, yoksulluk içinde öldün gittin.

İsmi Kadriye Özturşak'tı. Çok güzel yemek yapardı, 96 yaşına kadar kitap okudu, sigara içti. Beni hiç yalnız bırakmadı. Geçmiş zaman oldu.

Olmasaydın. Bilincin kapalı bir yüz sene daha yaşasaydın.

Ben bakardım.

Benim tatlı ananem.

Güle güle....

14 Haziran 2010 Pazartesi

Devlet Kapısı



Şu iki gündür devlet kapısına gitmem gerekiyordu. Yok yüksek lisans için belge topla yok askerlik tecili için bilmem ne. O yüzden iki gündür stresliyim. Zorlu bir Pazartesi'nin beni beklediği apaçıktı İşten izin aldım cehennem gününü beklemeye koyuldum. Gelip çatınca zorla kalkıp yola koyuldum.

Önce askerlik şubesinin yolunu tuttum. Sitelerinde her türden ajitasyon ve propaganda olmasına rağmen tecil hakkını kullanmak için hangi belgelerin gerektiğini bir türlü bulamadım. O yüzden körlemesine gitmem gerekiyordu gittim. Elimde ne olur ne olmaz diye ikametgah, nüfus fotokopisi, iki tane fotoğraf vardı. Gittiğimde geçici mezuniyet belgesi istediler. Üstelik nereye gideceğimi bilmediğim için taksiyle gitmiştim. Belgeleri temin etmek için gerisin geriye taksiyle eve döndüm. Belgeleri alıp tekrar gittim. Bu sefer nüfus cüzdanımın beni ifade etmediğini söylediler. Tepem attı. Sanki tüm anayasal haklarımı sorunsuzca kullanabiliyorum, verdiğim vergilerin nerelere gittiğini şeffafça görebiliyorum, kendimi kamusal alanda rahatça ifade edebiliyorum bir tek kimliğimin resmi, şekli kalmıştı. Tabi bunları askerlik şubesinde söyleyemiyorsun. Bunların yerine "oradan size çok boş zamanı olan biri olarak mı gözüküyorum" dedim yüksek sesle. Asker kardeşim hemencecik yanımda bitiverdi pek tabi. Neyse çok sorun çıkarmadan nüfus müdürlüğünün yolunu tuttum.

Burada yeni bir paragrafa başlıyorum çünkü nüfus müdürlüğünde ayrı bir macera beni bekliyordu. Nüfus cüzdanımı değiştirmem gerekiyordu. Sıramı aldım oturdum. Benden önceki biri de nüfus cüzdanını değiştirecekti. Eski kargacık burgacık kimliğini gösterdi yenisini talep etti. Eleman hiçbirşey istemeden kimliğinin yenisini verdi elemana. Bana sıra geldiğinde neden değiştirmek istiyorsun diye sordu. Dedim Askerlik Şubesi istedi. Memur yüksek sesle Askerlik Şubesi'nin kabul etmediği bir kimliği ben nasıl kabul edebilirim muhtardan bilmem ne talpe belgesi getir demez mi? Tabi o sıcakta sigortalarım aşırı zorlandı tam o an. Üstelik kimliğim benden öncekinden çok daha düzgün gözüküyordu. Yani aslında asker ocağı beni kabul etmezse seçimle başa getirdiğim insanların (gerçi ben seçmedim ama ) işlettiği kurumlar hiç kabul etmezler demekti bu. Neyse ki oradan olaysız muhtarlığın yolunu tuttum. Bilmem ne talep belgesi istedim verdiler üstüne para aldılar. Çıkarken iyiymiş ben de büyüyünce muhtar olacağım deyiverdim o sinirle. Hatun bu muhtarlık nasıl geçiniyor biliyor musun sen dedi. Ben de verdiğimiz vergiler hayli hayli karşılar git onu devlete sor dedim bastım postayı çıktım. Nüfus müdürlüğüne geri döndüm hiç sıra beklemeden uzattım belgeleri. Bir de yüksek sesle din hanemin boş kalmasını istiyorum dedim. Ona birşey demediler. Keşke deselerdi. Naralar atarak elimdeki çantayı kafalarına geçirebilirdim olay çıkardı ama rahatlardım en azından.

Neyse aldım pılımı pırtımı belgemi bok püsürümü şubeye gittim. Bu arada sabah çıktığım macerada 6.30 saat geçirmiştim saat 16:30'du. Belgeleri görevliye uzattığımda bana fotoğrafın sakallı bunu alamayız demez mi. Sabahtan beri belgelerim burunlarının ucunda fotoların sakallı olmaması gerektiğini şimdi söylüyorlar. O kadar sinirlenmiş olmalıyım ki sonrası biraz huzurlu geçti. Gülerek berbere oradan da fotoğrafçıya gittim. Tabi şube kapanmıştı. Evime geldim güzel bir uyku çektim.

Taksisi, fotosu, muhtarı, nüfus müdürlüğü derken 100 lira gitmiş. Şube isterse verecek param yok. Hayırlısı.

Yarın ki maç için antrenman halindeyim. Yasa masa okuyorum. İşte bir de bunu yazdım.

Allah düşmanımı devlet kapısına düşürmesin deyimiyle son vereyim.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bilgi Edinme Hakkı

Aşağıdaki yazımdan da anlayabileceğiniz üzere blog üzerinden bir kitap tanıtım projesi hayata getireyim dedim olmadı. Hangi kurumdan bilgi istediysem kitap istatistiklerine dair cevap alamadım.

Olmadı.

22 Nisan 2010 Perşembe

Kitaplar



Son zamanlarda sık sık kitap okuduğum günlere geri döndüm. Bu halimden memnunum pek tabi. Kendimle şimdilik barışık olmama bağlıyorum bunu.

Yeni bir proje peşindeyim. Okuduğum kitapların özetini, kitapla ilgili istatistiklerini paylaşabileceğim bir blog oluşturmaya çalışıyorum. Gerçekçi veriler için birkça yerle iletişime geçtim sayılır.

Herhangi bir yerde okunan bir kitap bize çok şey anlatır diye düşünüyorum.

Bakalım...

12 Şubat 2010 Cuma

Papatyalar




Compositea ailesinden gün çiçeği.

Composeitea; köken itibariyle "composite" ten geliyor. Bu da birleşik, aynı form içinde birlikte bulunan yaşam formu anlamlarını da içeriyor.

Papatya en eski bilinen haliyle Yunanca'dan geliyor gibi; "Papazın karısı" demek. Katolik Yunanistan'da bilinen aşk şiirlerinin hatırı sayılır bir kısmı ne ilginçtir ki papaz karısına yazılmış. Dönem 13. ve 15. yy arası. Papatya bu mecazdan yola çıkarak oluşan bir sözcük. Aşık olunan kişi anlamı var.

Bu çiçeğin İngilizcesi "Daisy" "Day's eye" demek. 17. yy. da kullanılmış. Günün gözü diye çevirsek çok çok haksızlık etmeyiz. Gün ışığını ifade ediyor. Ortaçağ karanlığına hiciv içeren metinlerde de rastlanıyor. Özgürlük isyanını da içeriyor.

Compositea ailesinden geldiğini de olumluyoruz başka bir yandan. Özgürlük isyanı, aşk, gün ışığı gibi formları birarada ifade edebiliyor.

Bu gece bir de Papatya çizdim. Özenerek. Evimdeki tek kalemle. Mevsimi sonbahar ve ilk bahar bu çiçeğin. Ama bende kışın açtı.

Papatya çayı, kuru papatyalar gündemimdi. En son hangi kelime ağzından çıkarsa son çektiğin yaprakta o olan kahin bir çiçek. Aşkı ve özgürlük isyanını (biz bunları da tutkular familyasına koyalım)kehanete dönüştürecek yeterli kökleri var bu çiçeğin kültürel ve doğal topraklarda.

Kısaca yaprakları albenili iken sapı ve kökü dikenli olması (kılcal dikenler) nereye ait olduğunu göstermez mi.

Papatya: Ben yeniden açabilirim ama köklerim buna sebep.

Bugün de papatyayı düşünmüş olalım ve bir süredir buna sebep olanı!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Yeniden İnşa


İtiraf etmeliyim ki çoook uzun süre sonra ilk defa hissediyorum bu yeniden inşa olayını.

Hayırlara vesile olsun.

Bu anlarda kendimin dikkatli takipçisi olmalıyım.

Samimi olarak, dili sade kullanarak azıcık meraklı kalarak. Merakını belli ederek.

Tertemiz.

3 Şubat 2010 Çarşamba

yok ediyor-um . . .

18 Ocak 2010 Pazartesi

Little Wing


Gök Yüzü ağlıyor. Binlercesi kaçışırken bir adam fötür şapkasını göz hizasına getirmiş elinde fender strat gitarıyla öylece duruyor. Yıllarca aklından geçen her ne ise birer birer laflıyor gitarıyla. Önce yavaşça dokunuyor tellerine. Karmaşıklaşıyor sonra. Hayatın sonuna gelip yeniden doğuyor birden. Sakinleşiyor. Hava karanlığa büründükçe, gökyüzü hüznü serptikçe o konuşuyor. Sessizliği birden yıldırımların gürültüsüne karışıveriyor.
İsyanına eşlik eden her ne ise bu dünyada, ellerini sıkıca buruyor ve haykırıyor ruhlar alemine geri gelmeyen yankılar gibi.
Kafasını kaldırıp yolda oluyor. Adım atarken birden yavaşlıyor. Tekrar duyularının dinlenmesini bekliyor gitarıyla konuşurken. Titrek kalbini bir kez de kendisi için ve nedensizce titretiyor.
Sokak lambasının arkasında yüzünü karanlığa dönmüş, başı eğik bir ufaklığın ona ruhuyla eşlik ettiği gerçeği birden çoğalıyor.
Çoğalıyor, çoğalıyor çoğalıyor, aşılan ufukların ardı tanrının elleriyle buluşuyor. İyi ki vardın ve iyi ki Hendrix’in yarattığı bu dünyadan olmayan parçayı sen de çaldın. Seni bu dünyaya yine bekleriz Stevie Ray. Küçük kanatlarının çırpınışı sese her zaman ilham verdi.

Beni her zamandan olmayana götürdün. Çoooook sağol. Ama çok...

3 Ocak 2010 Pazar

SOKAK İÇİMİZDE



Kapıdan çıktığı gibi başlıyor ya. Evdeki karnım aç, yahu biri bana su getirse, ağlasam ulan biri kesin sesimi duyar, birinin gözünün içine baksam niye baktığımı anlamaya çalışır olasılıkları sokakta mütemadiyen yok.

Şimdi kapıdan çıktım, ayaklarıma zar zor aldığım ayakkabılarım kirlenmesin diye çift kat poşet bağlayarak çamurun bileklere kadar geldiği ara sokaklardan ilerliyorum. Başıma birşey gelse yanımda olur dediğim elemanları görüp az da olsa güvende hissediyorum kendimi. Azıcık da ulan bu elemanların tohumuna para saymadım diyerek paranın herşeyi satın alabilen gücüne dertleniyorum.

Karnım bilakis aç yürüyorum sokaklarda, birşekilde birşeyler tüketen insanlar benim için hem ulaşılmazlar hem de tiksinçler. Bencil biryerden bakıyorum onlara, sonra da onları tüketimden kurtarma planları beynime hücum ediyor.

Çamurlu sokakların sonunda çamurun üstüne tüm ihtişamıyla yayılmış demir raylar görüyorum. İnsan unsurundan bağımsız tek benim gördüğüm gibi oldukları için benim oluyorlar. Tren geçse hop birader nereye geçiyorsun diye sorma hakkım oluyor o sıra. Farkediyorum ki sahiplendiğim herşey benim görebildiğim gibi oldukları için benim oluyor.

Gördüklerimle, güvensizliğim birarada at başı giderken elemanlarım yanıma yaklaşıyor. Şimdi demir raylar hepimizin oluyor. Çünkü benim görebildiğim gibi gördükleri aşikar oluyor benim için. Ben, sahiplendiklerim ve elemanlar.

Bir öğle vakti o elemanlardan birini öldürüyor trenlerden biri. Bu raylar benim demesine fırsat kalmadan oluyor tüm bunlar. O rayların benim görebildiğim için benim olmadığını anlıyorum birden.

Hayatıma en köşeden giren herkimse veya ne ise hepsi sahiplendiklerimi paylaşmak benim olanı kendisinin yapmakla meşgul olduğunu farkediyorum.

Çocukken en önce öğrendiğim şeylerden biri sürekli hatırımda kıvranıyor. Şiddet ve sinir. Kıyasıya rekabet geliyor hemen ardından. Büyük balıklar ve küçük balıklar hemen oyundaki köşelerini alıveriyorlar. Kim kimi yutarsa oluyor.

Artık çocuk değilim ama sadece sokakta olmak ve öyle büyümek çocuklukta bırakıveriyor seni. Herşey tehditkar, rekabetçi ve sahiplenilmiş oluyor. Kendi alanlarını çitlerle çevirmiş kızgın mal sahipleri, anlayabildiğin ve karşı durduğun şeyler oluyor.

Sokak içimden çıkmıyor. İşin de olsa, evin de olsa sokak kapısından attığın her adım aynı güvensizliği getirip koyuveriyor önüne. Sokak hep içimde, mütemadiyen kalıyor.

Sokağa dönsem yabancılık çekmeyeceğim kenarlar köşeler buluyorum en soğuk havalarda. Üzerime giydiğim paltonun kazağın t-shirt'ün değerini kat be kat arttırıyorum. Sarınıp uyuyabileceğim kartonlar görüveriyorum çöplüklerde. Herkes hangi kafeye girsek diye bakarken ben hangi köşede sabahlayabilirim diye bakıyorum. Sokakta yaşayan insanlarla kan bağımın olduğunu düşünüyorum, hatta hissediyorum ve yakınlaşıyorum onlara...

Sokak içimden çıkmadan önce ben sokağa çıkmak istiyorum.

Hergünümün bir karesinde bu hatıralar canlanıveriyor sürekli, sürekli, sürekli...