27 Aralık 2009 Pazar

etraf



Kafamda tartıştım...

Birisi ders çalışıyor notlarını kaybetmiş bulana 100 altın verecekmiş...

Diğeri aşık olmuş ilişkisini pazarlamak derdinde...

Başkası sevdği bir sanatçıyı cümle aleme duyurmak hevesinde...

Yedek kulübesinden biri kendini saklayarak meşhur olma peşinde ilginç videoları aslında çekmek istemedim napalım can sıkıntısı havasında yayınlıyor.

Doğanın diyalektiğinden sonra bir de aşkın diyalektiğini yazmışlar. Doğanın diyalekt edeceği tüm unsurları ortada aşkın öyle mi? Kaçak dövüşen diyalektik yapmışlar biri de felsefe yaptığını zannediyor.

Haaa unutmadan herkes bir kediyle fotoğraf çektiriyor. Kedi alıyor, besliyor, tedavi ediyor bi sürü seviyor. Kedi isyankar ve bireyseldir diyerek felsefesini yapıyor bu felsefeden utananlar ama benimseyenler de fotosunu çekip hırçınlaşıyor. 90 öncesi köpek modaydı şimdi kediye gel...

Lan kankanın biri japoncaya sarmış anime üstünden tarifeli seferler varmış japoncaya.

Etraf da arapça kökenli taraflar demek. Etrafta olmak bir tarafta olmamak mı acep. Etraftakilere bakıyorum da herkes bir tarafta...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Değirmenler, Korkular, İnanış



Değirmenleri severiz ya biz, bi de olmasalardı...

Mevzunun kendisini biraz açalım; değirmenlerden korkmadığımız gibi korkmanın da değirmenden ötürü olmadığını bilakis kavrar meziyetteyiz, hasıl olan vukuat değirmenin dönmesi değil orada bir işlevi olmasıdır.

Vücut bulan metafor değirmene saldıran bireysel tahayyülün asılı vesilesiyle dönüyor olmanın işlevselliğini meşrulaştıran dinamizme müdahalesi ivedilikle gerekli olmasıdır. Değirmen öğütür o zaman öğütmenin gerek olmadığı bir çayırlıkta dönmesi sorun değildir.

İşin bir de dekadans* yönü var. İlahi hayaller kuranlar inanırlar, hayal kuranlar hayal kırıklığına uğrarlar. İnanmak umut etmektir. Kuşkusuz dini bir inanç değil bu. Değirmenler tersine güzeldir de. İçinde ihtiyaç duyduğun herşeyi barındırabilir. O zaman şu mudur: İnandığın anda değirmenler senin hizmetindedir.

Korkular, değirmenler ve inanmak üzerine devam eden söylevimizde çigilerden ibaret bir resme renk katmakla ilgili dert edinmek lazım diye de düşünüyorum. Renklendirilmemiş korkular ham haliyle korkutmaz bile, tıpkı renksiz bir değirmenin insan işi olamayacağı gibi. Üstelik inanmak hayatı renklendirir diye bir sav vardı hayatın birinde...

Son olarak facebook'un suratları pazara çıkartan işlevselliği ile ilgili yazdığım alttaki satırları meşrulaştırmakla şart oldu.

Şudur; modern zamanlar bireyi panoya taşır. Bireysel reklamını yapabilmesi için her türlü araç ve gereci onun önüne sunar. Bireyse ona sunulmuş egosal bakir alanı inanışının onda yarattığı tüm eziklikleri unutmak için delicesine kullanır. Unutmamak gerekir ki "metalar alemi büyüdükçe ruhlar alemi küçülür".**


*Geriye dönük bozulum, zamanın şu anına gelmiş eski kötü bir tekrar, kötü kopya
**K.Marx

20 Ekim 2009 Salı

Öküz de Olsan Ahırını Bileceksin


O ahır hayvanlar için.

Gündelik gerçeklerini yarımşar doz alan insan güruhu içinse daha fazlası var.

Oyuna başlarken gülemiyorum efenim. En oyun zamanlarımı harbici gerçeklerin prodüksüyonuyla geçirdiğimden mi. Bence bu mantık kocaman yalan. Doğrusu şu: istediğini geçir hangi sahnede olucaksan o rolün adamı olmak gerek yoksa tekamülü figüran.

Dur yakmık oldum ..... :(((

Şimdi daha iyi.... Dediydim gülemiyorum velhasılı çoook kibaaar. Olmamak gerek.

Kısacası böyle gımıl gımıl giyiniyor olmakl a çooook burjuva olan insanların ve o insanların yalamıklarının dünyası aaaauuuut sıkıntılı ben i güzaf iiiinnn.

Neye in nerede in niye in nasıl in in ooolu in.

1 Ekim 2009 Perşembe

Ama- Maamafih-Kör




"Aşk, ama, tozdan çamaşır yıkadıkları külden ibaret olan ve dikenlerden, böğürtlenlerden, yaban nergislerinden, frenk incirlerinden başka birşey vermeyen fidanlardan bittiği bu topraklardan uzakta. Aşk, ama, en küçük bir çiçeklenme umudu vermeyen bu kalkerli kayalardan uzakta... Ve ölüm, ölüm de buradan uzakta, herbirinin zavallı kuru bir gövdeye, çorak bir tepeye dönüştüğü bu yerlerden uzakta... Bunların üzerlerindeki çiyler bile göz yaşlarına benzerler." ( Miguel Angel Asturias)

Maamafih şiddet, mutlulukla kaplı siluetlerin en içinden çıkıp gelen. Açılan, maamafih, kendini sürekli cezalandıran algı kapısı. Algılıyorum hiç korkmadan, ruhani bir düş görür gibi. Taptığın inancın kendisi olur gibi safça ve ilahi bir sakinlikle. Hiç yorulmadan.

Kendimi açtıkça korkmadan üzülüyorum bu saflık ya ölümdür ya da yaşam. Ve hem ölümdür hem de yaşam.

Direniniz. Karşınızdakine açtığınız her kusurunuz size kusursuzluk olarak dönecektir.

Kusursuz olan kördür zira. Bildikçe bilmediğini bilmek gibi. Gördükçe görüşü azalır gözlerin. Kusursuz aynılık ve seçemeyen bakışlar kalır geriye.

Miguel'den "aşk", karşıdakine savunmasız yaklaşan saflık ve aydınlanmanın kör edici parıltısı. Bu üçleme kurduğunuz tapınağınızda ayin davranışına tekabul eder.

...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Savaş,Barış,Sevgi ve Yaşama Dair


Sevilmesen ne olur ki? Barışmışsan.

Sevgi o yüzden kokutur savaşsiz bir dünya ile barışmamışsan.

Yaşamda savaşın her türlüsü varken.

Ben'sen meydan okuyarak karşındakine,

İstiyorsan hesapsız, sınırsız, fütursuz karşındakinden,

Anlıyorsan fakat idrak etmiyorsan.

Rakipsen sınırlarını belli ettiğin dünyanda; zaten savaşıyorsundur.

Sevmek de bencil, sınırlı, rakip, iddialı olmakla,

Kalmakla, basit kelimeler fakat çığrından çıkan duygularla,

ise...

Soyunduğun, çırılçıplak kaldığın, tümüyle titrediğin anda...

Seviyor olmanın utangaçlığı, barışla raks eder.

Seviyorsan, yaşama dair.

30 Ağustos 2009 Pazar

Rāst āmadan


"Rast amadan" farsçada iki kişi karşı karşıya geldiğinde söylenen söz anlamını taşır. Aynı zamanda rast gelmek ve rastlantı kelimeleri de bu kökten gelir. Zamanın birinde iki kişi rastlantı eseri karşı karşıya geldi ve aşağıdaki sözler dökülüverdi.

S: Burası orta dünyaya açılan gizli geçit... yola çıkmadan önce sefer taslarını hazırlıyoruz bu resimde... soldan sağa doğru; Faramir, Legolas, Gimli, Aragorn....

G: Yaratıcılığın bir çocuğunki kadar matrak alfonso fakat bu geçidin gerçek sahibini hala söyleyebilmiş değilsin yoksa yoksa sen misin?

Ah alfonso aklımın en uç köşelerinden geçen fiki iplikçikleri senin beyninde bir kıvılcım olmayacaksa gürleyen gökyüzü adalya ile birlikte sana vermek isterim bana da bu geçidin ismi kalır...

S: Bir kıvılcımla başladıysa bu hayat, eğer yanmaksa yaşamanın kendisi, ne lüzum var, söndürme ben ateşimde kalayım, belki de küllerimde bulurum bir ankanın doğuşunu, yada rüzgara karışır özgürlüğe savrulurum, kendimi bulurum belki de, belki bir dağ yamacında, izlerken güneşin doğuşunu... birgün GÖKlerde olurum, birgün DAĞlarda, ama hep özgür olurum, hesapsızca açarım yelkenlerimi, ufuğa doğru giderim....

G: hesapsız sokak çocuklarının gülüşlerinde bulamamak seni işte o acıtır. Anka kuşundan bahsediyorsun. Ateş düştüğü yeri yakardı hep ama şimdi anka'nın gittiği heryer ateşim olur araf cehenneminde... bilinmedik adreslerin insanı olmak için doğmadı bu beden. Saflığın ruhunda iz bırakacaksa bırak kirlensin sonsuza kadar. kirli ellerinle dokunursun o zaman özgürlüğün lakayıt serzenişlerine. Ve kıvılcımlarla bezenmiş gökyüzüne yükselen bir yakarış sezersen hem ismi hem cismi onun şiddetini çağırıştırır sana. Ve tanrı seslenir:

Kimin bu kayıtsız irade.

S: Tanrı bir beden miydi düşlerimde, yoksa kimsesiz bir seyyah mıydı, güzel mutfaklı bir evin hayalini kuran, kendi düşlerinde... şehir şehir ilerlermiydi gökyüzünde, yoksa hayalini mi kurardı yakacaklarının, cehenneminde... gözleri var mıydı bilinmez, serzenişleri var sanki, bilinmezlikler içinde... peki yeterince safmıydı deyişlerinde, yoksa kandırılmak mı istiyordu gecelerinde... o da haklıydı, özgür olmak yetmiyordu, birine bağlanmadan zaman geçmiyordu....

G: ah garabetlerin yanıbaşında ufacık kanatlarını tanrıya hediye eden renksiz melek yoksa hayal ettiklerin hep bu muydu. Sessiz coğrafyaların iklimlerinde seyyah olmak mı kalırdı yoksa durup düşünmek mi. Düşler miydi gezegenlerin sınırında yerçekimsiz yaşamlara inadına adım atan. Ve evler geçerken yolların kenarından. Durup düşlemek isteyen gidenler miydi. Gidilirken yavaş ve ruhsuzca.

Bana ütopyaların gerçeklerinden bahsederken, geçmişte köşede duran bi bakış, gökyüzünü kaplamış bir huzur ve binbir dünyaların tek sahibimi kalırdın.

Şarap nehrinde yıkanırken, havarilerin gülüşlerine gark olmak mıydı yoksa belirsiz evler ve onların aşhaneleri...

S: Bir rüya görmüştüm; bir ütopyanın içine düşmüşüm, huriler vardı cennetmişçesine, ölümsüzlük vermişler sonsuz sular akan hayat çeşmesine... yürüdükçe ruhsuz bedenim canlanır, adımlarım hızlanır olmuştu.. sanki bir hedefim vardı, evet evet hatırlıyorum, görevim bir anahtarı bulmaktı... aradım en kuytu köşelerinde, nice tehlikeler atlattım karanlık labirentlerinde... buldum anahtarı koyulmuştum geri dünüşü olmayan yola... açtım kapıyı, gerçek dünyaya düştüm geri... olmak istediğim yer burası değildi..!

İKİ DİL, İKİ LİSAN, İKİ RUH SESSİZLİĞİ KABUL ETTİKLERİNDE RAST GELDİKLERİ HALLERİNİ ZAMANIN GİRİZGAHINA BIRAKIP YOLCULUĞUNU İZLEDİLER.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Onbinlerce İsyan!!


GERİDE KALAN,

Ne istediğimi bildiğim son lanet bir gün daha

İşte o zaman isteğim dikkate alınacak o gece.

Tamamen istediğimde sadece fazladan bir gece.

O gece günahkar olacağım tüm istediklerimle.



İnsanlar daha fazla gözlerini alikoyamayacaklar

Rahatsız olursan yürüyüp gideceksin

Onbinlerce isyanla hırpalandığını hatırlayacaksın


Bu gece yaymak istediğim

İhtiyatsız ölümün gücü apaçık ortada

Zevkle acının kaynaşmış hali

Ruhun şanlı zaferi olacak kuşkusuz

Ve bu seni paramparça yapacak.


Zihnimdekiler bilincini gerçek kılanlar

Zayıflığı bırak ve avlan

Onbinlerce isyan gökyüzünde.

Onbinlerce isyan gökyüzünde.

Onbinlerce isyan gökyüzünde.

25 Ağustos 2009 Salı

Netlife


Network'ten esinlenme. Dert bu sefer iş üzerine bir ağ değil yaşam üzerine. O yüzden kıytırık ve eklektik "netlife" gibi.

Kurduğun bağları, birden kuruluverenlerle değiştirmek ilgim şu sıralar. Tesadüfü hayatın merkezine koymakla ilgili. İdrak şu ki fazlaca planlanmış bir tahayyülmüş benimkisi. Heyecanımı gözardı ederek. Dur ve şimdi diyerek.

Bağlayanı çok dert etmeden iradenin içinde tutarak. Mesele şıp diye ilgi duymak. Birden sevebilmek belki aniden gözlerini dikmek hani. Şimdilerde budur tasalandığım. Tasarladığım değil ama. Yine kelimelerde bile yanyana gelse de planlamak, ben bu sefer gerçekten plansızım. İstiyorum.

Meselenin kuşkusuz bi özü var. O da bağların gerildiği bi yerden. Bir durumdan geliyor zannımca.Yakınlarda yaşadığım bir şey. Hani gördüğünü düşünmezsin istediğini düşünürsün. Bunun meramı da varolduğun geçmişten gelir benim için. Geçmişin gündelik hayatında birgün birini gösterir. Birgün birşeyi farkettirir. Sensiz biriktiren senle ilgili bişeydir. işte o sıra tesadüfi bağ binlerce bilmediğin nedenlerle örülür, örer... bağ kurulmuştur. Bu sefer iş karşındakinin geçmişine, o şeyin gerçekliğine kalıvermiştir. Tüm geçmişinle onun veya o şeyin iradesine teslim oluvermişsindir. Bağ iki kişilik olunca biri ilk düğüm için fazlasıyla neden toplamıştır ki ilk sıra onundur birleşmek için, ikincisi ise tüm iradeyi elinde tutuverir.

Biri davranır öteki bu davranışın sonucuna karar verir. Bu baştan kaybetmişlik tahrikkardır. Yaşamın tahriklerle dolu olduğu gerçeğine sıfattır. Hem de nitelendirerek.

Şiddeti sevmeyen biri olarak tahriklerin boyutu kadar sinmek kafa bulandırır bende. Disipline edilmiş olmanın uygarlık olduğu bir dönemin evladı olarak annenin karışık sevgisiyle ego yaratan bunu da diğer herkese ben ve benin hükümranlığı olarak sunan bir devşirilmiş akılla hareket eder çocukluğumuz. Zaten büyüklerin oyunu da çocukluğun ego patlamasını dünya savaşlarına çeviriverir.

Bağlanmanın bağımlı olmadan şiddete yaslanmadan tahrikkarlıktan uzak bir anlamını düşlerken buluveriyorum kendimi ki bunun doğal bir sonucu da bulunuvermek oluyor bağ kurmak istediklerimin yanında. Tokatlandığım çok olmasına rağmen vurulan yerde bu sefer gerçekten gül bitiyor.

Burdan okuyana, fazlası, okuyanlardan birine; sinik ve mahrur bağlılığımı bu labirentin en sonundaki köşeye sıkıştırırken buraya çıkan yolları biliyorsan zaten çoktan bağlanmışız demektir. O zaman iradeyi paylaşmayı bir seçenek olarak iki kişilik düşünebiliriz.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Biteviye



Yeniden,

en yalın halimle,

hakkını vererek,

gözlerinin içine bakmadığım saniyeleri cezalandırarak,

hazır sorularla merak etmeden, hazırlanmış konuşmaları hiçe sayarak

yeniden,

en basit zekamla,

herşeye inanarak,

tekrar etmeden, yılmadan, isteyerek, sabırsız olmadan

ve yeniden

Yavuz Çetin'in Düşündürdükleri-Hisler


Kısa zamanda az ama derinden işler yapmış bir gitarist. Fakat çaldığı gitar bir araçsa müzisyenliği onun niteliği. Harbi müzisyen.

Sanatçı olmak şimdilerde kolay oluyor. Elktronik harikası sesler, dijital harikası görüntüler en fazla bir haftasını alıyor insanların. Sonra da sanatçı oluyorlar. Aferin onlara ama sanatçı olarak değil.

Yaşamda farkettiklerini zihninde biryerde toplayıp bir şekilde ifade etmek ne kadar zordur bilen bilir. Yavuz farkında olduklarını tatlı ifade ediyordu. Zihninden uzaklarda kalıveriyordu ruhun. Birikim isterdi bu işler o bunun farkındaydı.

Bir ses olmak kolay değildir. Ama binlercesini bi araya toplayıp birşey anlatmaksa imkansıza yakındır. Evrenin sayısız ifade biçimlerinden biri olmak her ruhun özüne dönme çabası gibidir. Evrenin tüm enerjisini arkanda hissedersin. Oluş halindesindir o zaman. Varlığın evrendeki her enerji, görünen her varlıkça onaylanır sanki. Binlerce kusursuz varlıkla birarada hareket ediyorsundur. Zaten kusursuzlukları da bu senkrondan gelir. Aslında alabildince kusurlu olmakla başlar ve öyle devam eder. Zihinlerdeki her normal kavram, bilinen her kalıp dışında olmaktır. Kusursuzluğu yaratan ifade edilmiş olan değil ifade halinde olandır. Ve bence gerçek bir sanatçı süreçle ifade edilebilir. Zaman onunla gider. Çoğu kişinin bilmediği kadar o bilir zamanın önemini, değerini, öğretebilirliğini. Bazen ondan önde olduğundaysa yalnızlık kaçınılmazdır.

Yavuz Çetin yaşammıyor. Ama ruhu hala kulaklardan doluca giriyor, yürekleri titretiyor sonra gelcekte bir yere çevirtiyor gözlerini insanın. Orada kendisini aratıyor. Aslında Yavuz hala varolma mücadelesi veriyor. Onu dinleyen binlerin bedenlerinde...

Mümkünse birdaha gel...

7 Ağustos 2009 Cuma

Zaman Kabadayıdır



Bildiğinden...

Hiçbirşeye eywallahı yoktur, herşeye kafa tutar, kafa atar, zille tokat dalar isterse...

Yeri geldiğinde öğretir ama döverek, söverek. Yerini sen bilemeden nevrin dönmüşken o seçer.

Ama herdefasında kendisine saygılı olanlara gösterir en sırlarını.

Ağzın burnun dağılmışken, göğüs kafesinde soluk durmazken kafanda ampul yanar bir sürü morluklarla.

İyidir hoştur ama kabadayıdır. Naraları tüm evreni sarar.



Çocuğunu da kesen, anasını da doğrayan, sülaleleri de bitiren o dur.

Zamane olan nedir ki. bizim kabadayının şamaroğlanları...

Zaman zaman kendisi de efkarlanır, yumuşar bunun için tek sebebi etraflıca sağlam bir tokat için güç toplamaktır. Her zaman tokatı oturtacağı birileri vardır.

Onun için birileri hep kitlelerdir.

Anlamassın dostum, anlamassın...

26 Temmuz 2009 Pazar

Değmek-Değişim-D-e-ğ-i-ş-i-m


Küçük bir çocukken değişmenin büyümek olduğunu düşünürdüm. Gündelik hayatımda karşılaştığım deneyimlere yorardım değişimi. Değişimin sonucu benim ben olarak kabul görmemdi. Fikirlerimin işler, gündemde ve kabuledilebilir, onaylanabilir olduğunu görmekti. Esasen zor sanmazdım kolay da değildi. Gerçekte bu iki kategoride düşünmüyordum değişimi. Değişim değişmekti işte. Değiştiğinde buna "değer"di.

Değişim sözlüklerde takas etmek olarak geçer. Fakat değişimin değer katmak olduğunu da kavramak gerekir. Bugün değişimi büyümek olarak görmüyorum. Değer katmak olarak görüyorum. Temel nedeni değişim sürecinde saklıdır.

Değişmek sancılı derler. Değişmek kolay değil derler. Değişmek bir süreçtir derler. Birçok şey derler fakat ben en sonuncusunda bir çıkış buldum. Çıkış buldum diyorum çünkü öncelikle kendimde sonra da toplumsal alanda incelediğim not ettiğim hafızama kazıdığım olaylar, kişiler ve yaşamlar bunun bir tür labirent olduğunu, kırılması ve içinden çıkılması gerekli ve zorunlu fakat kolay olmayan birşey olduğunu gösterdi bana.

Evet, değişimi bir süreç olarak kavramazsak değişmenin imkansız olduğunu söyleyebilirim. Çünkü kişi değişmek içi öncelikle bunu talep etmesi gerekir. Bu tercihi göstermesinde en önemli etken onu bu noktaya getiren olaylar zinciridir. Bir noktadan başlar ve diğerine giderken değişimi gerektirecek, zorunlu kılacak bir dizi sebep toplar insan. Kendinde veya çevresinde oluşturduğu beklentiler düzleminde bir standart görür ve o yöne doğru değişmek ister. İster çünkü aksi şekilde yaşam daha zordur onun için. Değişmedikçe içinden çıkılmaz alışkanlıklar, geçmişi uzun olan sıkıntılı aynılıklarla başbaşa kalır.

İşte bu sürecin asıl etkeni değer katmaktır. İnsan değişebilmek için değerlenmesi gerekir. Önemli, işler, yaşamı kolaylaştıran, konforlu standartlar edinir. Değer katar kendine kısacası. İşte edindikleri tüm bu değerlerin toplamında değişim başlar. İnsan bu değişim sürecinde başka biri olma yolunda ilerler. Aynı zamanda onun algıladığı hemen hemen herşey farklılaşır. Bu algıladığı şeyler yüzünden değil o şeyleri verdiği anlamlar yüzünden olur nihayetinde. Belki de yıllarca gördüğü bir kişiyi değişimi sonucunda başka görecektir. Bu her haliyle mümkün bir olgudur. Evet olgudur. Bu olur.

Fakat ne insan ne de toplum değiştiği şeyin bir süreç olduğunu kavramaz, edindiği değeri göremez ve önceden olduğu şeyden farklı olduğunun nedenlerini biriktirmezse o bir değişim değil konum farklılaşmasıdır. Değişmemiş sadece yer değiştirmişsin demektir. Bir açıdan bakarken bu sefer de şu açıdan bakayım demektir. Ama tüm açıları içselleştirmek ve yeni bir açı elde etmek değildir. Aynı açının hakettiği açıklıkta bakamıyor olmaktır. Nihayetinde biçimseldir. Dönemseldir. Fakat ironik olarak bu süreçte değişim için bir neden teşkil eder.

Değişim birçok kez değiştim dedikten ve değişemedikten sonra gelir. Acılıdır, çünkü iradesizlik demektir. Anı yerde olmanın huzursuluğu ve sıkılganlığıdır.

Değişim; nedenleri topladığınız, değer kattığınız bir süreçtir. Ne birden olur ne de süreksizdir.

Meşhur bir yargıyı da son olarak burada eleştirelim: "Değişmeyen tek şey değişimdir" derler. Hayır. Değişimin kendisi de değişir. Değişimin ideal formu yoktur. O da tıpkı herşey gibi hareket halinde, zihnimizin kullandığı ideallikten uzak bir kavramdır.

Ben neden olduğunu bilirsem ve bu nedenleri geçmişime bakarak, deneyimleyerek ve her defasında yeni nedenler yaratarak toplarsam gördüğüm bu süreç sonunda değişebilirim.

Değişmek ufakken benim için büyümekti. Şimdi garip bir şekilde tam tersi. Değişim benim için küçülmektir. Küçüldükçe yaşamın en küçük ayrıntılarına nüfuz edebileceğimi düşünürüm. Küçüldükçe görkemsizleştikçe, koca koca anlatılardan soyutlandıkça tarihin büyük bir yerinde olabileceğimi düşünürüm.

24 Temmuz 2009 Cuma

ESKAZA


Eskaza, döndük mü geçmişe...

Döndük...

Döner sermayemiz oluyor yavaş yavaş...

Döndükçe birikiyor deneyler...

Geçmiş birdenliğin, tarihin birikimi oluveriyor...

Sonra birikiyorum...

Taştıkça seçtiğim alandan başka boş kaplar seçiyorum...

İçine yayılıyorum döne döne tekrar birikiyorum,

Biriktikçe sermaye oluyorum bir tek ben dışında,

Geri kalan herkesin sermayesi..

Akıyorum, yol yapıyorum, sonra birikiyorum,

Bazen seçimiyorum, yerine kabulleniyorum,

Kabul ettiklerimi seçer gibi susuyorum...

Dönerek, birikerek geçmişin malı oluyorum...

Mal gibi, geçmişten alınıp geleceğe satılan eşya oluveriyorum.

Bunların hepsi,

Olasılık dahilindeyken birden gerçekleşiyor,

Yani,

Eskaza oluveriyor. Ben de tekrar dönüveriyorum...

Hayatta verdiğim her "es" kaza ile mümkün,

Sema ile olağan oluyor,

Mevlevi dervişlerin simgesel dünyasına giderken,

Bitiveriyorum, tam da taşmak üzereyken...

Eskaza bitiveriyorum...

Oluveriyor, bitiveriyor, dönüveriyor, gerçekleşiveriyorum...

Bu hayatta veresiye hayat seçiyorum. Hesap defterim dolup taşıyor...

Hem o hem ben taşıveriyorum. Bir daha borçlu çıkıyorum...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Bir Dizi Etkinlik


Etkinliğe şu şekilde başladım daha doğrusu şu şekilde bi fikir tecellisi sonucunda vakıf olduğum bi eylem vuku buldu. Yaşamdaki en zararlı şey nedir?

Sigara içiyorum o mudur? Sigara bünyeye göre değişmekle birlikte ağır ağır veya ivedilikle adamı öldürebilir. Ama 80 ini geçmiş ağır tiryakiler de yok değil. Hani sigaranın elinden kurtulan var.

Şekere çok düşkünüm o mudur? Şimdi çok şeker yersen dişlerin çürür, karaciğerin kaldırmayabilir, kilo alırsın tansiyondan kalp krizinden gidebilirsin. Hani çok şekerin elinden kurtulan var.

Hareketsizim bütün gün bi taraflarımı büyütüyorum o mudur? Çeşitli kas spazmları, kan dolaşımının yavaşlaması sonucu kolestrol, kalp damar tıkanıklıkları vs.. Hani hareketsizliğin elinden kurtulan var.

Alkol alıyorum o mudur? Şimdi çok içtiğim zamanlar da oldu. Karaciğer iflası, mide ülseri, bağırsak kilitlenmesi, mesane iptali, hafıza kayıpları, beyinin süngere dönmesi. Hani alkolün elinden kurtulan var.

Dahası ne saysam boş; ulan dedim bu hayatta en zararlı şey nedir? Baktım ki elinden kurtulmayan yaşamın kendisiniden başka bi şey değil. Bakın istatistiklere yaşayan herkes garanti ölüyor. Yani yaşamak bünyeye iyi gelmiyor aslında. Derler ya doğan her canlı doğduktan sonra ölmeye başlar ya o hesap...

Tabi bu argüman yukarıda saydığım zararlı zararsız ne kadar olay durum, yiyecek, içecek varsa bunları ne meşru kılar ne de olumsuz yapar. Hadi gir çık yapalım mevzuya şimdi...

Derler ki herşeyde bir denge vardır. Mesela Rodrigonun şu çalan konçertosu abi bunda denge falan yok salla nekadar ironi varsa hayatta. Abi adam dengeyi şaşırmış bilimum isyan bilimum acayip. Hayatın kendisi de dahil herşey dengesiz. Zaten dengeyi belirleyen de bu doğal dengesizlik halimiz değil midir ki?

hadi bakalım...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

CISSS!


Bu sabah erken kalktım. Acele üstümü giyinip attım kendimi dışarı. Deniz kenarında kahvaltı edecektim. Metroya doğru giderken bizim Eşli'nin yanına uğradım. Bugün burnunu takmamıştı. Kolunu da bi arkadaşta unutmuş. Rahatlasın, biraz duman alsın diye onu da yanıma aldım.

Mide boşken kahvaltıya gitmek bile zor geliyodu. Eşli'yle birlikte birer şişe motor yağı aldık. Yolda giderken içer midemizi biraz rahatlatırız diye. Metroya bindik. Az kalsın kaçırıyoduk. Gişelerdeki iguana bize çabuk olmamızı söyledi de öyle yetiştik.

Metro havalandığında saat sabahın dokuzu gibiydi. Yolculuk biraz stresli geçti. Çünkü metro sürekli ateş tünellerine girip çıkıyordu. Belli ki büyükşehir belediye o sabah ejderhaları doyurmamış. Kızlar baya açtı.

Sağ salim deniz kenarına vardığımızda biraz şaşırdık. Denizi boşaltmışlar dibini temizliyorlardı. O sırada atıl kalmasın diye tüm deniz suyunu da Ankara'ya göndermişler orada susuzluk var diye. Eyvallah dedik yine de oturduk. Boş denizin kenarına. Gelen azraile iki kasaba kahvaltısı sipariş ettik yanında da zemzem suyu istedik. Kasaba kahvaltısıyla baya iyi gider zemzem.

Hoş sohbet derken 5 saati öldürmüşüz orda. Eşli dedi ben hayvanat bahçesine gidiyorum bikaç insan görüp eylenirim ayağımı dağıtmam lazım dedi. Ben de tamam dedim. Gelişte metro sorunlu olduğu için giderken kaykay kulanayım dedim. Bu gibi durumlar için hep cüzdanımda kaykay bulunur zaten. Yolları da yeni yağlamışlar kaya kaya geldim bizim mahalleye.

Ev arkadaşım kapıyı giderken yanında götürmüş ev açıktı. Geçenlerde çatıyı da götürmüştü o kadar uyarmama rağmen eli boş durmuyor keratanın. Neyse geçtim içeri yaktım bi hipopotamus geçtim radyonun karşına başladım son çıkan ekmekleri koklamaya. öyle bikaç saat daha geçti.

Akşamı etmiştim. Akşam peter pan ile buluşacaktım. O yüzden tavşan deliklerimi giydim bastım kanepeye gittim yanına. Yanında alis de vardı. Dedim HARİKA!!

Bütün gece Hisseli Harikalar Kumpanyası'nı dinleyip mezar kazdık. Sonra da içine girip uyumuşuz. Ertesi gece kalktığımda etraf günlük güneşlikti...

17 Haziran 2009 Çarşamba

EXLIBRIS



Ekslibris, kitapseverlerin kitaplarının iç kapagına yapıştırdıkları üzerinde adlarının ve deıişik konularda resimlerin yer aldıgı küçük boyutlu grafik çalışmalardır. Kitabın kartviziti ya da tapusudur.İngilizce “Bookplate” olarak da bilinen Ekslibris, kitap sahibini tanıtır, onu yüceltir ve kitabı ödünç alan kişiyi geri getirmesi konusunda uyarır. Bir mülkiyet işareti, sahiplenme göstergesi olmanın yanında kitabın hırsızlıga karşı korunmasını saglama işlevinin de oldugu söylenebilir. Sözcük olarak ...’nın kitabı, ...’nın kitaplıgına ait veya ...’nın kütüphanesinden anlamına gelir.

Ekslibris önemli bir iletişim aracıdır. Bir ihtiyaç grafigi olarak dogmasına karşın, estetik kaygılarla yapılan özgün yapıtlardır. Sanatı, insanın elleri arasına, kitapların içine kadar getirir, onun büyüleyici sıcaklııını hissettirir. Çok uzun bir geçmişe sahip bu sanat dalı, yapıldıgı döneme ait kültürel, tarihsel özellikleri günümüze taşıması nedeniyle de ilgi çekmekte, sanatçılar ve koleksiyoncular arasında önemli bir degiş tokuş objesi olarak kullanılmaktadır.

Ekslibrisin ilk ve en eski örneginin M.Ö. 1400 yıllarında açık mavi renk bir fayans üzerine yapıldıgı, bunun da III. Amenofis'in kitaplıgına ait oldugu ve bu levhaların papirüs rulolarını korumak için kullanılan agaç sandıklara takıldıgı tahmin edilmektedir.

Gerçek anlamda Ekslibrisler matbaanın icadıyla birlikte yapılmıştır. Önceleri sadece kilisenin ve prenslerin ellerinde bulunan çok degerli el yazması kitaplar, matbaa sayesinde alt düzeydeki soylular ve egitim görmüş burjuva sınıfı tarafından da elde edilmiştir. Böylece tek sayı olma durumunu kaybeden bu kitapların, hırsızlıktan ve kaybolmalardan korunması için özel bir mülkiyet işareti gerekliligi dogmuştur.

İlk Ekslibrisin 15. yüzyılda Güney Almanya'da kullanıldıgı bilinmektedir. Bunlardan biri, 1450 yıllarında "Igler - kirpi” takma adıyla
bilinen Alman papaz Johannes Knabenberg için yapılan ve çayırda bir çiçegi ısıran kirpinin resimlendigi 19 cm. boyutundaki Ekslibristir. 16. yüzyılda, kitapların çogalmasıyla yaygınlaşan Ekslibrisler, sadece Almanya'da degil diger Avrupa ülkelerinde de görülmeye başlanmıştır. Albrecht Dürer (1471-1528), Lucas Cranach (1472-1553), Edvard Munch (1863-1944), Kaethe Kolwitz (1867-1945), Emil Nolde (1867-1956), Paul Klee (1879-1940), Pablo Picasso (1881-1973), Oscar Kokoschka (1888-1980) gibi ünlü sanatçılar, zamanın önemli devlet ve bilim adamlarıyla yakınlarına Ekslibris yapmışlardır.

Günümüzde Ekslibris yapanlara baktıgımızda ise; gravürleriyle Rusya’dan Jury Borovitsky, Slovakya’dan Peter Augustovic, Çekoslovakya’dan Karol Felix, Robert Jancovic, Hollanda’dan Anneke Kuyper, İtalya’dan Ettore Antonini, Antonio Grimaldi, yüksek baskılarıyla Fransa’dan Jean Marcel Bertrand, Belçika’dan Mark Severin, Gerard Gaudaen, Frank Ivo Van Damme, Emiel Hoorne, Polonyo’dan Ryszard Tobianski, Çekoslovakya’dan Miroslav Houra, Ukrayna’dan Arkady Pugachevsky, litografileriyle Çekoslovakya’dan Marcel Hascic, Slovakya’dan Vladimir Gazovic, serigrafileriyle Belçika’dan Martin R. Bayens, Japonya’dan Masao Ohba, Romanya’dan Ovidiu Petca, bilgisayar tasarımlarıyla Belçika’dan Kurt Herman, Hollanda’dan Wim Zwiers gibi sanatçılar dikkat çekmektedir.*

Yukarıdaki resimde gördüğünüz exlibris de benim kitaplarımı ifade eder...

*http://www.aed.org.tr/

12 Haziran 2009 Cuma

Yıkılmayan Adam


1977 yapımı Cüneyt Arkın filmi. Aynı zamanda 1983 yılında da film hakkında komünizm propagandası yapılıyor diye dava açılmış. Yani buna bile...

Bir restoranda içeriye giren yaşlı gazimizle dalga geçen bir grup entel ile cüneyt abimizin arasındak diyaloglar. Valla diyaloglar bile sadece yetiyor:

C: Kara günlerini kahraman omuzlarında taşıyarak bu ak günlere erdiren bir gaziye nasıl sataşırsınız!!? Bir istiklal madalyasının süslediği ihtiyar savaşçıyla nasıl alay edersiniz ülen!!!?

E: Seen hangi şarkıyı söylüyorsun ha? Muhahahaaa...

C: Çıkın gidin burdan döverim seni!! Hepinizi döverim ülen!!!

E: Döversin demek. Biz çok dayak attık vatan-namus natali kambuz diyenlere!:):):)

Entel kitleden biri gelip konuşan elemanın kulağına birşeyler fısıldar. Zannımca o sıra bu eleman yıkılmayan adamı dövemeyiz, bu adamı s...r. gibi bi şeyler demiştir.

E: Burdan gidiyoruz arkadaşlar. Ama birgün görüşücez!

C: TANKLA, TÜFEKLE BEKLERİM. UÇAKLA, AĞIR SANAYİ HAMLENİZLE FALAN!!!!

Bu nasıl bir toplumsal gerçekçiliktir. Bu filme hangi zihniyet dava açabilmiştir. Hayret valla...

Hele filmin sonunda yıkılmayan adamımız cüneyt abimizin etrafını polisler çevirmiştir. Adam tonlarca kurşun yemiş ama yıkılmamıştır. Hey beee hacıyatmaz mübarek...

Bizim böyle insanlara ihtiyacımız var. Valla var...

Noooldu lan?!

Olamaz Ama Olabilirde!


İşte memleketin olasılık hesabı. Coğrafyamızın ön görü kabiliyeti... Mükemmel...

Süt kardeşler filmi kült denilmeyecek kadar güncel ama kült. Yani kült değil ama olabilirde.

Yıllardır demokrasinin, karar alma mekanizmalarının, iradenin üzerinden geçip giden darbelerin malum sonucu. OLAMAZ AMA OLABİLİRDE!

Kemal Sunal amirine evin kadın kahyasını gördükten sonra şöyle diyor:

-Düşündüüüm... Bir gemicinin yeri gemisidir....

-Şener Şen: Aaaferin Ramazan bir denizcinin yeri gemisidir.

Netekim sonra evin dış kapısının dış mandalı emir eri Ramazan Şener Şen'e gidip düşündüüüm diye başlayarak bu sefer güzel Bihter'i gördüğü için kalmak ister.

Bu repliği türk siyasi tarihinde de çok gördük. Yinelenen, çok konuşup hiçbir anlam ifade etmeyen sözler. Yerinde sayan sorunlar...

Örnek: Kardak krizi zamanı Süleyman Demirel'e Ege'nin bir Yunan gölü olduğu iddiasını soruyolar. Adamın verdiği cevap şu:


-Ege Yunan gölü deeeeldir. Ege Türk gölü de deeeldir. Ege bir kere göl deeeldir.

Aferin otur süleyman yawrum yıldızlı beşşş. Ve Süleyman makam koltuğunu oturur.



Devam edersek. Bi de şöle bi diyalog var. Güzel Bihter'e vurulan emir eri Ramazan:

-Aayyh çok güzel, AAyyhh çok beğendim..
-Aayyh çok beğendim bakamıcam yüzüne. Bakiyim mi?

Bak tabi abim. Nedir dert? Bi de dönüp askerdeki kankasına soruyo bunu.

En son bomba patlıyor...

-Bihteeer
-Efendim
-aaaa gonuşuyoo...

Gonuşan bir kadın tahayyülü mü yoksa hayalbaz bir metafor mu.? Nereden yaksak?

Fenomen abi... Lan bi de bunlar süt kardeşler. Ulan araştırdım bi tek bizim millette var süt kardeşler. Çoğu milletle aynı sütü emen elemanlar bile kardeş değilken. Bir bizde var. Hepimiz kardeşiz abi.

Denildiği gibi: Söz konusu kardeşlikse gerisi teferruattır. Libido memlekete uğramamıştır. Bacı, kardeş gideriz. Libido bir tek şiddette vardır ki o zamanda ana avrat gideriz...

Soruyorum ey okuyucu: Bacı-kardeş mi? Ana-avrat mı?

Yoksa yoksa: Bacı-kardeş olamaz ama olabilirde!!
Ana-avrat olamaz ama olabilirde!!
bunların hiçbiri ne oluuur ne olmaz.

Ne olur ne olmaz biz fazla ilerlemeden konuyu kapatalım...

VECİHİ



Veriyor musun? Peki öyle olsun?

Nasıl bir fenomendir. Uçakla kayınpederinin evine dalar, sevgilidir ki görmeyin sevgi pıtırcığı...

Nasıl bir fenomendir...

Evi satın almaya çalışan adamın fikreti almak istediğini düşünüp evi de kızı da vermeyen verdirtmeyen, ortalığı birbirine katan toplumsal katalizör.

O dönemlerin amansız, saf aşıklarına atfen müthiş bir karakter.

Ve dünya üzerinde hiçbir insan Fikreti tam da babasının terelelli anlarında bu kadar çok istememiştir.
ismi Vecihi lan. Daha ne olsun hem kafiye olarak hem anlam olarak saflığı ampül gibi kafada yakıyo. Vecihi'nin anlamı yüzü dönük olan. kökü itibariyle bile karakterin yüzü senaryoda dönük olmadığı yer yok...

Bir çocuğum olsa ismini Vecihi koymazsam ne koyucam. Tarih beni yargılamaz mı?

O değil Vecihi diye çağırmadıktan sonra bir çocuğu ne ederim ben. Yazık değil mi nüfus müdürlüğğüne. Bana sormazlar mı bunun kütüğü senin kütüklüğünden gelmiş olmasın diye. Bak ismini Vecihi koymasam ne koyucam, Selami de iyi ama favorilerimden bir diğeri de Necmi bak bi de. Bi de si yok Vecihi abi...

Burdan tüm çocuk meraklılarına sesleniyorum herkes çocuğuna VECİHİ ismini koysun. O zaman dünya daha iyi bi yer olacak. Ben söz veriyorum. Sözü ben veriyorum*

NOT:*Bunu biz yaptık Biz bunu yaptık ayakları hep TRCELL in başının altından çıktı. Bağlan yağlan, gir g... ne falan nedir abi...

Tüm bunları geçerken Ahmet Çakar'ı selamlıyorum...

Poşet İçinde Top


Belediye otobüsleri bazı şeylere kadir diye düşünüyorum. Özellikle insanların iki nokta arasındaki yolculuk esnasında akıllarına bu süreyi geçirmeye dönük aktiviteler geldiğini bir kez daha doğruladım. Belediye otobüsleri biraz da beyin jimnastiğinin yoğun kitlelerce birarada yapıldığı bir kamusal alan zannımca.

Mevzu şu. Otobüsteyken tam arkamda oturan dede ile torunu aralarında hararetli bir şekilde konuşuyolar. Dede 70'ini geçmiş torun 10 yaşlarında.

Torunun elinde bir top var ama poşet içinde. Neden o poşet içinde olduğunu bilmediğinden ve topunu canlı kanlı elinde görmek istediğinden topu poşetten çıkarmaya çalışıyor. Fakat anne tarafından sıkıca bağlanmış olan poşet bir türlü açılmıyor. Zaten maksat top oynamak isteyen çocuğun hayallerini suya düşürmek değil midir?

Bu muhafazakar ve otoriteryan eyleme boyun eğmeyen çocuk inatla yol boyunca topu poşetten çıkarmaya çalıştı. Bu esnada dede elindeki yaş kartını oynayarak çocuğa topu poşetten çıkarmamasını söyledi. Çocuksa aldırmadı tabi ki.

Diyalog şudur:

-Oğlum bırak elinden şu poşeti (tahayyül buraya kadar çocuğun elinde dedeye göre sadece poşet var içindeki top çocuğu veya dedeyi niye ilgilendirsin ki?)

-Ya dede topu çıkarmak istiyoruuuum.

Ve dedenin diyalog bir hızlı düşün yanlış karar ver merkezi olan belediye otobüsünde olası en mantıksız cevabı veriyor. Bağırarak:

- Saçma, saçma, saçma!!!

Ve çocuk olası en mantıklı cevabı sürekli olarak tekrarlıyor:

-Saçmaaaa, saçmaaa, saçmaaaa

Ben inene kadar çocuk susmamıştı. Muhtemelen büyüyünce büyük adam olacak.

NOT: O top neden poşettedir???!!!

10 Haziran 2009 Çarşamba

aYrInTı-M


Gerçeğin ayrıntılarıyla insanın ayrıntılarının fark-lı olduğunu kavramak, tutup bırakmamak biraz zaman aldı. Gerçeğin ayrıntısı sınırları itibariyle net iken insanınkiler öyle değil. Gerçeğin ayrıntısını fark-ederiz fakat insanın ayrıntısını yaşayabiliriz gibi geliyor. Gerçekte, ayrıntı duran ise insanda giden, birinde durum ise öbüründe süreç...
Şimdi buradan yakalım:
Sen bana göre çok kırılgansın. Havaya savurduğum her fikri sana çarpacak diye düşünemem.
Sen bana göre çok yalınsın. Gördüklerimi sürekli mukayese edemem. Yaşamı biraz da oynuyorum.
Sen bana göre çok eğlencelisin. Yaşamı kavradığım anda hüzünlenmek benim için bir alışkanlık gibidir. Geçmişten gelir.
Sen bana göre resmisin. Yaptığın her davranışı, attığın her adımı usulüne göre yapmak bende hayata dair bir yapaylık hissettiriyor.
Sen bana göre çok duygusalsın. Duy-madığım anlar müthiş bir sessizliktir ki çok severim. Aslında duyarım sadece duy-gulandığımı belli etmem. Anla işte...
Sen bana göre biraz şeysin... Ney?
Ayrıntı “bana-sana-ona göre”, “benle-senle-onla” ilgili bir şey. Gerçekten farklı olarak.

Ayrıntı??


Farsça bir kelime olan tafsilat türkçede ayrıntı, örgü, bölümlemek anlamı taşıyor. Bir taraftan da ayrıntının farsçadaki karşılığı. Her ne kadar “ayrıntı” basit olanın ötesinde, derinlikli, bir bakışta fark-edilemeyen anlamı taşısa da gerçek anlamıyla “ayrı” kökü üzerinden tahayyül edilir. Her ne kadar örgü, örmek bütünü bölümlemek olsa da zihnimizde tamamen “farklı”, “bütünden bağımsız” olarak yer eder. Burda zihnimizin bölünmüşlüğünü göstermekte bir sakınca yok zannımca.

Bölünmüş zihin!!!

Kim böldü bunu lan!!

O da başka mesele ya...

AYRINTI


Baktığın yerde olan, sana suretini göstermiş yalın bir gerçek de olabilir sadece senin tercih ettiğin renkler de. Ayrıntıda bu noktada gizli gibidir. Açık seçik olmasına rağmen. Ayrılmak birlikte olamayacak kadar belirgin olmaksa ayrı kalan iki şey ancak belirgin farkları kadar birbirine de bağlıdır.
Ayrıntıda heyecanlanırsın. Çünkü fark-ettiğin, farkı atfettiğin alttan alta senin kodlarınla yazılmış bir yalınlık gibidir o ayrıntı. Aslı senin ayrıntındır birazda. Belirgin farkları belirten sen veya senin dışında olan olması fark-etmez. Farkı yaratan vardır ki yaradılışı da ayrıntılardan ibarettir.
Duygular mesela. Kocaman bir beden içinde çocukça duyguları barındırmak hep şaşkınlık verir. Çocukça duygular kocaman bir bedende belirgindir. Zatten o yüzden farkedilir kocaman bir bedende.Mesela ayrıntılarla örülmüşse ve deneyimlenmişse duygular. Ve sadece yaşadığın koca bir şiddetse çocukluktayken. İşte o zaman ayrıntılarını toplayamadığın boş bir kesen, vadesini uzattığın hayata dair bir borcun olur. İşte o zaman kocaman beden ayrıntılardan yoksun fakat ironik olarak farkedilmiş duygular barındırır. Eğitilmemiş duygular çocuk olmaya mahkumdur. Ahlaki ölçülerle eğitilmiş koca bir akıl sunar benliğin hizmetine. İşte tam o zaman ağlamaz düşünürsün öldüğünde en garip arkadaşlar. Ve saçma zaman ve hallerde ağlarsın tıpkı “ben” gibi. Hayatta saçma olan şeyin ne kadar örüntülü gerçekler olduğunu farkedersin aynı zamanlarda. Ağlarken ağ kurarsın geçmişin her türden birikintisiyle. Film şeridi bu gibiler için ölmeden hemen önce değil ağlarken geçer gözlerinden.
Ayrıntılar işte. İnsan uygarlıklarının içine şeytanı koyduğu, “araf” ı bahşettiği ayrıntılar. Sürekli basit olduğu iddia edilen fakat aynı süreklilikte zor beliren ayrıntılar. Ayrıntıda olmak her hayat için onu farketmemek gibidir. Her yaşam alışkanlık eder, standartlaştırır kendini. Sürekli buna eğilimli olmak. Ayrıntıları bir bir aynılaştırmak olur. Her bedenin kendi içindeki gibidir.
Velhasıl ne şeytan ayrıntılarda gizlidir ne de kocaman bir bedende çocuk olmak ayrıntıdır. Bana başka şeyler söyleyin...

24 Mayıs 2009 Pazar

Doğum


Birçok anlamı var...

Her anlamda yeniden doğabiliriz...

Sadece kastedilmeyen tek anlamı dışında...

ölüme yakarış olsa gerek, her yenilenmede yeniden doğmak...

ölmek istemiyoruz... bu açık bu net...

Ben de bugün doğmuşum tam da bu saatlerde. Ölmek istemediğim ilk anda doğmuşum...

Gerçi doğurmuşlar ben çıkmak istemişim onlar çıkarmış...

İstemişim lan kimi kandırıyorum... Ölmek işin bahanesi...

Yaşamak gerek...

8 Mayıs 2009 Cuma

DİVAN



"Divan" ile "divane" nin birbirine yakın sesdeşler olması nekadar ilginç...

Biri karar alınan yer, devletin yönetildiği kurul diğeri deli, cin carpmış demek...

Deli divane olmak da böyle birşey herhalde. Hani divan da padişahın etrafında deli divane olunur. Divane olmak, el pençe divan durmakla da bağlantılandırılabilir.

Neyse bugün böyle birgündü. Büyük bir sessizlik içinde kocaman kabarıklar, yakarışlar ve deli divane olmalar vardı.

Bugün el pençe divan durdum, uzun süre sonra gördüğüm biri karşısında.

Saçmaladım... Kendi kendime... Sessizce...

28 Nisan 2009 Salı

SAYILTI



Şimdiye yatmıştım…
Uyurken hayatta olmak sadece rüyalarla mı mümkün diye sordum…
Sonra rüyasız geçen geceleri şöyle bi hesaplamaya çalıştım. Çoktu… Hem de çok… Ben rüya görmem ki…
Farkettiğim şudur ki gözlerim açık ama algısız geçen günlerimin de hesabı varmış… Hesap yine çok…
Yap bi içler dışlar çarpımı; Geceleri ölü, gündüzleri ne biliyim ki!!!



Çin işkencesini yakından bilirim. Çeşitli teknikleri vardır ama en bilineni damla hesabıyla yapılandır. İşin sırrı zararsız etkileri süreklileştirerek devasa zarara dönüştürmektir. Hem de her bünyenin en özgün ve en acı veren reaksiyonunu hedefler.
Şu damla hesabı; Herhangi bir yere bağlanmış bünyenin kafasının sadece bir noktasına su damlatmaktır belki de günlerce süren bu etki bünyede çılgın reaksiyona yol açar. Adam çıldırır. Sabırlıysa ağlar, sabırsızsa güler, cesursa felç geçirir, korkaksa aklını yitirir vesaire…
Gündelik yaşamımda benzeri bir işkence teknik açıdan benzerlik göstermese bile mental açıdan var. Azar azar etki eden zararsız süreklileşmiş etkiler var. Şimdi açıklayamam, belki burada hiç. Bir fark ama; bu etkinin zararsızlığını sağlayan kriterlerim var, koca bi kova suyu aslında damlalara bölen de benim. İşkenceyi yapanda…Yazsan hikaye olur onu da geç…

Yaşamayı bilmek lazım. Adım adım öğrenmek, etkilerini görmek, anlamak, kavramak, üstüne tepkilerini oluşturmak lazım…
Zamane feylezofları yaşamın boş bir levha olduğunu söylerdi doğan insanda… Öğrenmek, bilmek, hesaplamak, dahası hissetmeyi bile öğrenmek o boş levhaya doldurmak gerektiğini … Bu gerekliliğin bile öğrenilebileceğini çok bilmezdim…
Öğrenirken acı çekmek gerektiğini ise kimse söylemedi. Kimseden de duyamayacağız sanırım…

Göz için yaşam ilk gördüğüyle son gördüğü arasında…
Kulak için yaşam ilk duyduğuyla son duyduğu arasında…
Burun için yaşam ilk kokladığıyla son kokladığı arasında…
Doku için yaşam ilk dokunduğuyla son dokunduğu arasında…
Bu kadar ilk ve son varken yaşamı ezelsiz ve ebedsiz düşlemek insanın laneti olsa gerek…

Araçsız yapılabilecek tek şey vardır insan için o da ölmek. Kendiğilinden, birden, herzamanki gibi zamansız… Ölmeyi bekleyenler de bile…

Bir tercih zamanı; seçeneklere indirgenmiş bir yaşam mı? seçeneksiz bir yaşam mı? Daha fazlasını düşünmeyi ne zaman unuttuk?

22 Nisan 2009 Çarşamba

Çıplak Kadının İhtişamı


Hesaplaşmam lazım...

Üremek canhıraş, doğurmak çığlık çığlığa, ezilmek bir sinek gibi, görünmemek kamusal insanların kamusal sokaklarında, suç olmak yasanın olmadığı ülkelerde, boşverilen zihinler olmak en yaratıcı anlarda, sereserpe köle olmak tanrının can pazarında, ama kadın olmak tüm ihtişimayıla, çırılçıplak.

Şimdi tüm vuslatıyla karşımda, varlığını yok sayan, kibirsiz şahlanan, oylumsuz delhizlerle varlığını olumlayan.

Şimdi tüm hasretiyle KARŞITIMDA, kusursuz sessizliğe, milyonlarca karanlığa, dehşetverici yalnızlığıyla ve tüm erdemiyle.

Tüm sıfatları, zarfları, nesneleri ve özneleri atlayarak fiil olmak. Fiilen bulunan binlerce yılın rehavetini bilir olmak ve tamı tamına zuhur olmak.

Ve şimdi karşıtımda, karşımda hiçlik mertebesinde duruyor ögesiz cümlelerin ilahi sözleri. Fiilen orada oluyor çıplak kadının ihtişamı.

İhtişamı yerin ve göğün yaratıcısına bağışlayan, ey mahluklar evreni... Sizleri sebepsiz yere yoracak bir sure değildir yaşamın tanrısal sureti!

Benden ve senden beklenen ne ise tınmaz ruhlar aleminde, değildir varlığına ihtişam katacak kadar ağır. Ağır değildir, çırılçıplak kadına çırılçıplak erkek bulunmak, paramparça halde tam olmak.

Ve Sen Sevmesen Öldün!

Sen Sevdin Öldün!

15 Nisan 2009 Çarşamba

İSTANBUL




“KİM BİLİR BELKİ İNSAN TANRI ADALETİNİN SABIKALISIDIR”
V.HUGO
Uzak… Şairin diline pelesenk olsa da, klasikse de, bugün uzak anlam içeriyor. Uzak meydanda, uzak sesleniyor. Eğreti hayal dünyasında bir serzeniş, yaşam çıldırıyor, herşey eklektik ama uzak ara, uzak var, uzak yaşanıyor. Mekan kaybolmuş sadece uzak görünebilecek kadar yitik değil. Bir yerden daha farklı, uzak mekan değil; bugün zaman.
Bugün İstanbul, bugün insan, bugün zifiri kalabalık, bugün gece var, insan gözükmüyor. Gözler çok, görünüş değil de artık bakış da yok. Bugün herkes hiçbirşey ve o kadar kaybedilmiş. Sesler yaşam kadar alışıldık. Hava yaşanabilecek kadar.
Esintiden geriye kalmış ufak yeller ceketimden içeriye giriyor. Yenilmişim, ellerim ceplerimde. Üşümüyorum ama titremişim. Haberim yok.
Bindim… Vapur ilerliyor, Kadıköy semaları şimdi buğulu. Beşiktaş bana yetişmekte. Etrafıma bakıyorum; gotik bir ses var okuduğum adlarda. İsimler tırtıllı, can acıtıyor, şeyler tüyler ürpertici. Vapurdayım, gidiyorum… Yoldayım… Son bekliyorum…
Vapura binmeden önce farketmiştim. Orhan Veli’ de gösterememişti bana. Bu kadar insan, bu kadar aymazlık varken nasıl oldu kaçırmışım. Vapurda farketmediğimi; minareleri gördüm. Birer dişli gibilerdi, öğütmeye hazır, kana susamış gibi suçluydular. İstanbul’u zan altında bıraktılar. Kubbeler ruhları göğe püskürtüyordu, İstanbul suç ortağı, İstanbul ruhsuzlaşıyordu.
Minareler gördüm ve altında Haydar Paşa. İsmi kadar lanetli, kendi kadar kaşarlanmış. Telaşla insanları öğütüyor, sonra püskürtüyor, sonra yine, sonra yine. Döngüsü kısırlaşmış, Haydar Paşa umarsız. İstanbul insan olmuş tarihe küsüyor. Haydar Paşa betimlenmemiş, niteliksiz.
Vapur ilerliyor, altımdan dünya uzaklaşıyor, mekan bugün çok kaypak, çok kaygan. Gözüm, çıkacak kapı aradı, ayak basacak toprak aradı. Ararken gördüm, martılar vardı. Boğazdaydılar. Ama bilinmeyenleri vardı bugün, beni çıkaramazlardı. Bugün anlatan şairleri yoktu onların. Bugün öteki günlerden daha bir hiç. Varlıklar hiçlik sınırında. Son konuşmayı bekler gibiler. Sonra… Çekip gidicekler. Martılar bugün karabatak, kanatları beyaz, bedenleri saf ama suçlu gibiler. İstanbul kadar suçlular, İstanbul kadar varlar. Saflık mertebelenmiş… Denizde yok. Martılar suçlular. Dalgalar idam sehpası, martılar belli ki gidiciler. Yazık, çıkış yok…
Dalgalar gördüm. Gelgit masumluğunda değiller. Cellatlar onlar ve hala görüyorum. Gemilerin puruvalarına kadar dadanmışlar; İstanbul’dan arta kalan ruh kadarlar. O kadar can havliyle sarılmışlar. Işıklar bugün dalgalara dost ama dalgalar terk etmede. Karanlıkta amansız düşman olmada. Şilepleri aşamadan batmakta.
Tam o anda irkildim. Bir kadının sesi dudaklarından çıkmaya çalışıyor. Kulaklarım, sesimin dudaklarımdaki esaretine kızmış olacak ki ses kulaklarımda kabul. Ne söylediği önemli değil ses var.
Kadın şık giyimli. Bulgari gözlükleri sırıtıyor, pahalı, nahoş bir geceyi hatırlatıyor. Çorabı kaçmış. Belli ki sabırsız insanlar varmış o gece. İstanbul bir piçe daha gebe. İstanbul ağır ağır kendini teslim etmekte.
Tekrar vapurdan dışarı atıyorum kendimi. Ellerim üşümüş, yerlerini yadırgıyorlar ama ceplerime sokmuyorum. Dışarıda kalmalılar, bakışlarım da öyle. Çevresi yeşil, bacası turuncu bir şilep var dışarıda. Emek kadar fahişe yükler taşımakta. Kimbilir kaç elin üzerinden geçmiş, ezmiş, emek katletmiş insanların sahipliği. Şilepte yükler var. Arkasında da bir küçüğü ama ilki kadar arsızlık kokuyor, şehvet hissettiriyor. Arkasında yine İstanbul, İstanbul yine soluk. Betonlar İstanbul’u ezmiş, şilepler İstanbul’un bakireliğini bozuyor, şilepler pezevenklik yapmakta.

Uzakta belli belirsiz çocuklar gördüm. Deniz fenerinin yanıbaşındaydılar. Eskiden namusluydular. Saftılar ve ebe olabiliyorlardı. Bugün İstanbul sobelenmekte. Çocuklarsa habersiz, deniz feneri kadar küçükler, İstanbul’dan küçükler.
Deniz feneri İstanbul’dan büyük değildi, ama büyüklük edemeyecek sefiller kadar kabuldü. Belirsizdi. Yedi tepenin arasına giren kolpa kediler kadar mavişti, denizdi ve İstanbul’dan uzak durmalıydı. Ön tarafı, onu dalgalardan koruyacak kadar set çekilmiş taşlarla doluydu. Belli ki yine de savunmasızdı, rengi solmuş, ışığı hafiften seğirtiyordu. İstanbul’a ne dayandı ki. Fener yalnızdı ve bilendiği tek şey dalgalardı. Hafif seğirten güneşi sönebilirdi fakat yol göstermeliydi, yol, gidilmeliydi. Giden durulmamalıydı, son yaşanmalıydı.
İstanbul; yedi tepende, yediveren çiçeklerinle dört mevsimi yeşerten zaman. Mekan değilsin, olabilecek kadar da tarih değilsin, her daim zamansız ve yekpare mahkumluğunla yaşarsın.
Gördüm seni, yeniden, biteviye keşfin kırılganlığıyla. Biterken, son olması gereken kadar saçma, olurken de kaçınılmazdın, sondun…
Vapurdan inerken, ben seni yine anlatamadım. Kalabalığın arasına karıştığım gibi sen oldum. Artık seni görmüyordum.

10 Nisan 2009 Cuma

KeNdİsİz


Sürreal metaforlar nezdinde paradoks kurmaca...

Kurallar: Gözler kapalı, fiiliyat yok, içe dönük sorgulama, suçluluk-suçlamak, kendiliğinden, spontane

Araçlar: Bilimum çevre faktörleri ve salt uslamlama

Oyuncu: Paradoksal görünmeyen kendi yokluğunun tanığı bireysel içtimalar...

Zarlar atılır ve oyun başlar; bir dakika tanrı zar atmaz...

Şudur: Önce masadan düşersin sonra kafanı duvara çarparsın ve oradan başka herhangi bir yere savrulursun ama duvara minnet duyarsın; ne de olsa başka ne şekilde savrulabilirdin ki...En doğru çarpışma duvara deydiğin anda en doğru savrulmaya dönüşür...

Uslamlamamızı kurduktan sonra paradoksallığımızı onaylayalım; Bu kadar aceleci olma...

-Zamanı kim çaldı?
-Ama zamanı sınırladılar
-lar?
-Zaman mefhumunda şahsın işi ne!!

Paradoks belirir; En iyi savrulma en iyi zamanda olur... Zamanda akıp giderken...

Zamanda savrulmadığımızı kim iddia edebilir?

Çarpışma, savrulma, zaman ve paradoks her birinin anlamı ve her birinin toplamı ve herbirinin toplamından fazlası yine herbirine denk düşüyor...

Bak şu işe...

19 Şubat 2009 Perşembe

Irmaktan Geçen Kadın



*Sessiz ol…

*Şşşşşş!!

*Ney?

*Arıyorum

*Neden?

*Bulmalıyım, bulmalıyım, yalnız bırakamam…

*Peki biticek mi?

*Sessiz ol dedimm…

*(Karanlık, sessiz, ayrıca farkedilmeyecek kadar sinsi bir ısı var odada. Isıtmıyor ama soğukluk yok…)

*Geliyorum…

*Neredesin?

*Elini uzat!

*Tamam

*(Sesler yankılanıyor, karşı duvardan, bir çatlaktan bir ışık beliriyor…)

*Görüyorum…

*…

*Görüyorum, orada.

*(Yüzünde iki kesik yarası var, gözleri herzamanki gibi buğulu, aradığı şeyin şiddeti göz yaşlarını çağlayan yapmış. Belirsiz bir kızgınlık tebessümle karışık ifade alıyor suratında… Sürekli böyle…)

*Peki neden?

*Ney neden?

*(Ağlıyor. Çatlaktaki ışık gittikçe belirsizleşiyor. Yerde, çatlamış duvarın hemen önünde bir kitap var… )

*Biliyordum…

*Büyüklerimden dinlemiştim. Hep oradaydı… Hep benimleydi… Yalnız olamaz… Eminim.

*Gel!!!

*(Oda zifiri karanlık oldu. Kitap görünmüyor. Yaldızlı kapağı odadaki tüm ışığı üzerine çekmiş. Odada ne kadar ışık varsa artık… Belli belirsiz bir şeyler görünüyor..)

*İşte o, evet o…

*Hayır…

15 Şubat 2009 Pazar

Güneş "SABA" Çıkar "RAST" İner


Sabah; gündoğumu, umut doğumu, yeşer hallerin ızdırabı...

Hilmi efendi gündoğumundan kinaye neyiyle saba makamından soluk üflüyor.

Sabah ezanıyla müderris efendi de aynı makamdan Hilmi efendiye eşlik buyuruyor....

"Dügâh kopup Segah ve Çargâh ve NimSabâ ve Hüseyni perdelerini gösterip ve Hüseynîden dönüp bî Neva, Sabâ Nimi ile Çargâh ve Segahtan sonra Dügâhda karar eder." dedi neyzen.

"İki tam sesle başlayıp üçlü dörtlü ve tam notalarla başlayıp devamıyla tam notadan dönüp eksik beşli, eksik dörtlü ve dörtlü ile üçlü notada dem vuran sonunda da ikili tam notada bitiş veren çıkış sesli, çıkışı bülbüle hezeyan bir makamdır." dedi müderris efendi.

Ama birinden "Allah" diğerinden "Huuu" sesi yükselerek geldi bu öbek öbek kelimeler...

Peyami amca dört duvar arasından "es" verdi... Zamanı kollayan udi ise perdesiz ar penceresinden şehvet dolu tizsiz tok bir la verdi.

Gün doğarken musikinin eşrefperverliği filhakika inancın biteviye yürek tellerine tın verdi...

Tıınlayan, annn ve an tok tellere müzdarippp huu allah seyrini eyledi....

İnsanın doğayla, doğanın bilinçle, bilincin sevgiyle, sevginin huzurla buluştuğu, hükmedip yürüdüğü bu hayat...

Takat, sadakat, ahlak, muallak...

Hepsi insana dair...

8 Şubat 2009 Pazar

İSTİDAT


Son zamanların insanı, bihassa "ben" ile başlayan öznelerin dünyası yaptıkları veya oldukları şeyi kabiliyetle nitelendirebilmektedir... Bunun bir açısı bize yaptıklarımızı yapa-bilmemiz için kabiliyet sahibi olmak, kabil olmak, özü itibariyle bilgi seviyesinde dolaşan, yapılan her neyse onun hakkında doğal davraışlara sahip olmak veya bunu kolayca ve kısa zamanda gerçek kılmak olarak düşünebiliriz.

Kabil olmak etimolojik kökeni itibariyle farsça kökenli bir anlam olarak "mümkün" olmak anlamına gelir. Bu durumda kabiliyet mümkün kılmak anlamına gelebilir.
Arapça kökeni ise "istidat"tır. İstidat ise arap coğrafyasında önemli bir yer teşkil eder. İsti-ab su dolduran veya bulan anlamında, isti-bdat başıboş hoyrat davrana-bilen anlamında kullanılır. "İsti" ile "dat" arasında yer alan "b" kuranda yer alan anlamıyla "elif" öz ise "b(e)" özün bulunduğu yer sıfatını taşır. Bu anlamda istibdat zaman ve mekanda özgür irade sahibi, kadir varlığın bulunduğu durum olarak ifade edilebilir.

Gelelim meselenin özüne. "Ben" dünyası kabiliyetten gittikçe yoksunlaşmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi bu, beceriden ziyade, zaman ve mekanda irade kullanamamak ve olamamak anlamını taşır. Varoluş niteliklerinden yoksunluk bir özne olamamayı da beraberinde getirir. Bu da özgün olamamayı ve giderek silikleşmeyi beraberinde getirir. Buradaki "öz" ün anlamı açık nüve, çekirdek, varoluşa içkin olan, anlamını taşır. "gün" ise orta asya orhun kitabelerinde anlamını bulur. Buna göre türk kavmi ay ve yıl zamanından ziyade gün hesabıyla yaşamaktadır. Her geçen gün o coğrafyada bir başarı ve özgürlük için bir çentik daha demektir. Dolayısıla öz-gün varlığını özünü bozmadan devam ettirebilemek sıfatına dönüşür.
Bu kadar varolmak ve irade göstermek insan ırkı için önemliyken tersi bir hayat tasavvuru genlerimizi kemirmektedir. "Ben"i kemirmektedir.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Mantığın Yolları


1871 Tarihinde taşlı yollarda kervanlarla yolculuk etmek gittikçe zorlaşmışken, Prusya devletinin kervanlara getirdiği özgürlükler alt yapının sağlam olmadığı Fransız dar sokaklarında özgürce dolaşıyordu. Artık ne kadar özgürse...
Bizim Anadolu'nun çelik çomak oyununa benzer bir oyun yüzyıllardır oynanır bu dar sokaklarda. Ama buradaki çocuk eller daha marifetlidir. Çünkü Paris'in Braudel'in dediği gibi kirlenmiş, pis bir fahişeye benzeyen çehresinde, dar ve kalabalık sokaklarında bu oyunu oynamak fazladan bir çaba isterdi...
İstanbul'un Pier Loti meskenine benzer köşeli, sarkık balkonlu, geniş pencereli taştan evleri olan bir mahallesinde, Paris'in o güne kadar fazlaca gördüğü fakat tarihin çemberinden geçerken küçük farklarla kalabilmiş, devrimci ve bir yıldız kadar yalnız insanları bu toprakların şarkısını dinliyorlardı...
Dönemin önde gelen devrimci ve parti adamları yine bu insanlardan birinin kapısını çaldılar...
Ona göre bilim, bilim insanı, hiçbir ülküye, hiçbir hedefe ve hiçbir inanca yaslanmadan, mümkün olabildiğince gerçek olmalıydı...
Parti adamlarına da aynı cevabı verdi...
Dar ve taşlı yollarda kervanlar yol alırken, zamanın eşkiyaları, parlak rugan ayakkabılar, kuyruklu, ve kolalanmış damatlık elbiselerini giymiş kervanlara eşlik ediyorlardı...
Avrupa'nın en yorgun şehrinde bir us yükseliyordu... O güne değin akıldan, rasyonaliteden, ulusların zenginliğinden ve muhteşem sanayi devriminden arta kalan biravuç çapulcunun en insani şiddetleri ses buluyordu. Hem de yaldızlı odalarda...
Sonradan yükselen us gibi onlar da gök yüzüne yükseleceklerdi.
Bilim derler, insanın en basit ve içgüdüsel duygularından uzaklaşıp, yine en basit ve en içgüdüsel meraklarına korkusuzca yol alabilecekleri bir mabettir...
Hayal etmek, tıpkı çelik çomak oynamak gibi, dar veya geniş sokaklarda, tarlalarda veya barok mimarisindeki bir klisenin arka bahçesinde oynar gibi. Ebe olmak veya birlikte anlaşıp gülerek rekabet etmek gibi... Bilim gibi...
Farklı bir tarihin farklı bir coğrafyasında, hayal ederken bulduğum çocukluğum işte böyle geçti...
Kervanlar şilep, yorgun kentler tatil yerleri oldu... O zamanın biravuç çapulcusu hala çıplak, hala meraklılar... Korkusuzlar...
Sahi... heyecanlanırdım...

16 Ocak 2009 Cuma

Yaşıcaksın Derler!!!


Bir varmış bir yokmuş...

Yaşayacaksın demişler...

Binbir hayal, bini bir para umutlar,

Olmuş....

Şimdi tutunanlar, yarınlar kadar...

Cürüm ateş olur düştüğü yeri yakar

Cürüm umut olur nefesini kaplar,

Cürüm isyan olur nefretinle yaşar...

Yaşayacaksın demişler...

Sorularsız, ıssız,

Ve yalnızken yaşamak...

O kadar çok ki...

Damarlarından akan kan kadar,

Düş kurmak,

Isıtırken yakan, ter kadar, yaş kadar,

Sınırsız yalnızlığın, çoklu mekanında olmak kadar dolu dizgin akan kan kadar, yaşamak, aslı olmadan suretsiz cürüm olup yaşamak, cürüm olup olmak, cürüm olup...

Cürümsüz derler,

Oysa ki yaşayacaksın derler!!!

6 Ocak 2009 Salı

Yıldız Tozu


"İnsan kültürlerini inceleyen dünya dışı bir ziyaretçi farklılıklarımızı benzerliklerimizin yanında önemsiz bulurdu.

Yaşamlarımız, geçmişimiz ve geleceğimiz, güneşe, aya ve yıldızlara bağlıdır.

Biz insanlar tüm dünyayı oluşturan atomları, ve bu işi yapan kuvvetleri görmüş bulunuyoruz. Ve biz, kozmozun bu bölgedeki gözleri, kulakları, düşünceleri, duyguları olarak en azından kökenimizi merak etmeye başlamış bulunuyoruz.
Yıldızları oluşturan yıldız maddesi, on milyar-milyar-milyar atomdan oluşan organize kümeler burada, bilinç kazandığı dünya gezegenine olan yolculuğunda izlediği yolu takip ederken doğanın evrimine şahitlik ediyor.

Bizim bağlılığımız türümüze ve gezegene karşıdır.Hayatta kalma ve gelişme yükümlülüğümüz, sadece kendimize karşı değil,aynı zamanda türediğimiz yaşlı ve devasa kainata karşıdır.

Biz tek bir türüz.Biz yıldız ışığı hasat eden yıldız maddesiyiz."


-Carl Sagan-
1934-1996

1 Ocak 2009 Perşembe

MABET


Kendisinden tamamen alakasız bir yerde,
Yakınlaştıkça etten kemikten farksız bir canlı gibi
Hergün anlamsız geldikçe gidebildiğim
Bir mabet
Bir yakarış
Geçmişim
O...
Kendisinden tamamen alakasız bir yerde,
Kat kat toprağın altına
Onu yaratan tanrısının elleriyle oraya gömülmüş
Çok sevemediğim,
Ağladıkça farkettiğim
Tanrısının en sadık ve hırçın kulu
Geçmişim...
Geç...miş...im...

Yıllar Doğurgan mıdır Usta?!


Sınır 20 km kadar içeride... Sınır kapısında yüksek güvenlik önlemleri. Herhalükarda tehdit olabileceğimizi hissettiren makinalılar bize doğrultulmuş...

Kasrik geçidinin bitimine denk gelen Gabar'ın etekleri Irak'ta da bizi yalnız bırakmıyor...

Belli bir süre sonra Bağdat'a 50 km mesafede bir yerleşkede mola veriyoruz....

Dalları yanmış iki ağaç ortasında paraşüt iplerinden bozma bir hamak bağlı.. Bi çocuk peşmerge uyuyor... Yavaşça yaklaşıyoruz... Bir eli hamağa sıkıca tutunmuş diğer elinde bir keleş... Hafif bir tebessüm var suratında...

31 aralık 2007 günü. Havada petrol kokusu var...

Bozuk askeri uydulardan kendine bir anten yapan yaşlıca bir adam yıkık bir binanın içinde televizyonu onarmaya çalışıyor. Kendisine yılbaşını tv izleyerek mi geçireceğini soruyoruz...

Yılbaşı mı? Gazze de akrabalarım var onlardan haber almaya çalışıyorum diyor...

Gece iyice belirginleşiyor... Havaifişek mi top mermisi mi bilemediğimiz bir nedenden bir patlama sesi duyuluyor...

Yeni yıl hoşgeldin diyoruz....

Hepimize mutlu ve barış dolu bir yıl diliyoruz... DİLİYORUZ...