15 Nisan 2009 Çarşamba

İSTANBUL




“KİM BİLİR BELKİ İNSAN TANRI ADALETİNİN SABIKALISIDIR”
V.HUGO
Uzak… Şairin diline pelesenk olsa da, klasikse de, bugün uzak anlam içeriyor. Uzak meydanda, uzak sesleniyor. Eğreti hayal dünyasında bir serzeniş, yaşam çıldırıyor, herşey eklektik ama uzak ara, uzak var, uzak yaşanıyor. Mekan kaybolmuş sadece uzak görünebilecek kadar yitik değil. Bir yerden daha farklı, uzak mekan değil; bugün zaman.
Bugün İstanbul, bugün insan, bugün zifiri kalabalık, bugün gece var, insan gözükmüyor. Gözler çok, görünüş değil de artık bakış da yok. Bugün herkes hiçbirşey ve o kadar kaybedilmiş. Sesler yaşam kadar alışıldık. Hava yaşanabilecek kadar.
Esintiden geriye kalmış ufak yeller ceketimden içeriye giriyor. Yenilmişim, ellerim ceplerimde. Üşümüyorum ama titremişim. Haberim yok.
Bindim… Vapur ilerliyor, Kadıköy semaları şimdi buğulu. Beşiktaş bana yetişmekte. Etrafıma bakıyorum; gotik bir ses var okuduğum adlarda. İsimler tırtıllı, can acıtıyor, şeyler tüyler ürpertici. Vapurdayım, gidiyorum… Yoldayım… Son bekliyorum…
Vapura binmeden önce farketmiştim. Orhan Veli’ de gösterememişti bana. Bu kadar insan, bu kadar aymazlık varken nasıl oldu kaçırmışım. Vapurda farketmediğimi; minareleri gördüm. Birer dişli gibilerdi, öğütmeye hazır, kana susamış gibi suçluydular. İstanbul’u zan altında bıraktılar. Kubbeler ruhları göğe püskürtüyordu, İstanbul suç ortağı, İstanbul ruhsuzlaşıyordu.
Minareler gördüm ve altında Haydar Paşa. İsmi kadar lanetli, kendi kadar kaşarlanmış. Telaşla insanları öğütüyor, sonra püskürtüyor, sonra yine, sonra yine. Döngüsü kısırlaşmış, Haydar Paşa umarsız. İstanbul insan olmuş tarihe küsüyor. Haydar Paşa betimlenmemiş, niteliksiz.
Vapur ilerliyor, altımdan dünya uzaklaşıyor, mekan bugün çok kaypak, çok kaygan. Gözüm, çıkacak kapı aradı, ayak basacak toprak aradı. Ararken gördüm, martılar vardı. Boğazdaydılar. Ama bilinmeyenleri vardı bugün, beni çıkaramazlardı. Bugün anlatan şairleri yoktu onların. Bugün öteki günlerden daha bir hiç. Varlıklar hiçlik sınırında. Son konuşmayı bekler gibiler. Sonra… Çekip gidicekler. Martılar bugün karabatak, kanatları beyaz, bedenleri saf ama suçlu gibiler. İstanbul kadar suçlular, İstanbul kadar varlar. Saflık mertebelenmiş… Denizde yok. Martılar suçlular. Dalgalar idam sehpası, martılar belli ki gidiciler. Yazık, çıkış yok…
Dalgalar gördüm. Gelgit masumluğunda değiller. Cellatlar onlar ve hala görüyorum. Gemilerin puruvalarına kadar dadanmışlar; İstanbul’dan arta kalan ruh kadarlar. O kadar can havliyle sarılmışlar. Işıklar bugün dalgalara dost ama dalgalar terk etmede. Karanlıkta amansız düşman olmada. Şilepleri aşamadan batmakta.
Tam o anda irkildim. Bir kadının sesi dudaklarından çıkmaya çalışıyor. Kulaklarım, sesimin dudaklarımdaki esaretine kızmış olacak ki ses kulaklarımda kabul. Ne söylediği önemli değil ses var.
Kadın şık giyimli. Bulgari gözlükleri sırıtıyor, pahalı, nahoş bir geceyi hatırlatıyor. Çorabı kaçmış. Belli ki sabırsız insanlar varmış o gece. İstanbul bir piçe daha gebe. İstanbul ağır ağır kendini teslim etmekte.
Tekrar vapurdan dışarı atıyorum kendimi. Ellerim üşümüş, yerlerini yadırgıyorlar ama ceplerime sokmuyorum. Dışarıda kalmalılar, bakışlarım da öyle. Çevresi yeşil, bacası turuncu bir şilep var dışarıda. Emek kadar fahişe yükler taşımakta. Kimbilir kaç elin üzerinden geçmiş, ezmiş, emek katletmiş insanların sahipliği. Şilepte yükler var. Arkasında da bir küçüğü ama ilki kadar arsızlık kokuyor, şehvet hissettiriyor. Arkasında yine İstanbul, İstanbul yine soluk. Betonlar İstanbul’u ezmiş, şilepler İstanbul’un bakireliğini bozuyor, şilepler pezevenklik yapmakta.

Uzakta belli belirsiz çocuklar gördüm. Deniz fenerinin yanıbaşındaydılar. Eskiden namusluydular. Saftılar ve ebe olabiliyorlardı. Bugün İstanbul sobelenmekte. Çocuklarsa habersiz, deniz feneri kadar küçükler, İstanbul’dan küçükler.
Deniz feneri İstanbul’dan büyük değildi, ama büyüklük edemeyecek sefiller kadar kabuldü. Belirsizdi. Yedi tepenin arasına giren kolpa kediler kadar mavişti, denizdi ve İstanbul’dan uzak durmalıydı. Ön tarafı, onu dalgalardan koruyacak kadar set çekilmiş taşlarla doluydu. Belli ki yine de savunmasızdı, rengi solmuş, ışığı hafiften seğirtiyordu. İstanbul’a ne dayandı ki. Fener yalnızdı ve bilendiği tek şey dalgalardı. Hafif seğirten güneşi sönebilirdi fakat yol göstermeliydi, yol, gidilmeliydi. Giden durulmamalıydı, son yaşanmalıydı.
İstanbul; yedi tepende, yediveren çiçeklerinle dört mevsimi yeşerten zaman. Mekan değilsin, olabilecek kadar da tarih değilsin, her daim zamansız ve yekpare mahkumluğunla yaşarsın.
Gördüm seni, yeniden, biteviye keşfin kırılganlığıyla. Biterken, son olması gereken kadar saçma, olurken de kaçınılmazdın, sondun…
Vapurdan inerken, ben seni yine anlatamadım. Kalabalığın arasına karıştığım gibi sen oldum. Artık seni görmüyordum.